21 Aralık 2009 Pazartesi

“ÜZERİNDE KONUŞULAMAYAN KONUSUNDA SUSMALI”



YAZININ ORJİNAL HALİ İÇİN TIKLAYIN:

Wittgenstein ve Dilin Sınırları
Pierre Hadot / Doğu Batı Yayınları
idefix'ten satın al!

"Felsefenin amacı düşüncelerin mantıken aydınlatılmasıdır. Felsefe bir öğretim değil, bir etkinliktir. Felsefi bir eser o halde aslen "açımlamalardan" oluşur. Felsefenin neticesi, “felsefi önermeler” değil, önermelerin aydınlatılmasıdır. Felsefe başka türlü bulanık ve karmaşık olacak düşünceleri açık kılmalı ve kesinlik ile sınırlamalıdır."
LUDWIG WITTGENSTEIN


     Fransız felsefeci ve Antik Felsefe uzmanı Pierre Hadot’un “Wittgenstein ve Dilin Sınırları” isimli çalışması ünlü filozof Wittgenstein’ın önermelerinin aydınlatılmasına ayrılmış kapsamlı bir çalışma olarak geçtiğimiz aylarda Doğu- Batı yayınları tarafından dilimize kazandırıldı.
     Türkçe felsefe literatüründe  uzunca bir zamandır eksikliği hissedilen “Wittgenstein ve Dilin Sınırları”, yazarı Hadot’un  akademik anlamda Wittgenstein’ı keşfiyle başlıyor: Antik Felsefe ile ilgili çalışmalarını yürütmek üzere görevlendirildiği CNRS’de iken çalışmaları için yabancı felsefi dergileri inceleyen Hadot, literatürde Wittgenstein hakkında en kapsamlı çalışmalar olarak bilinen E.Wasmuth’un “Tractatus’ta Sessizlik ve Gizem” makalesi ile R. Freundlich’in “Wittgenstein’da Mantık ve Gizem” isimli makaleleri ile karşılaşıyor. Bu iki önemli makaleyi okuyan Hadot, kelimenin tam anlamıyla büyüleniyor. Bu şaşkınlığın en önemli sebebi, Wittgenstein’ın Tractatus isimli eseri  40 yıl önce yayınlanmasına rağmen, ne kitabın ne de yazarının Fransa’da henüz tanınmıyor oluşudur.  Bu makaleler aracılığı ile kendisi de kısmi bir aydınlanma yaşayan Hadot, bu konuyu o zamanlar tüm felsefi tartışmaların yapıldığı Jean Wahl’ın başında  olduğu Felsefe Collége’a taşır. Burada kısa süreli bir bilgi alışverişinden sonra, Hadot, Wittgenstein’ı Fransa’ya tanıtan meşhur konferansını verir: “Wittgenstein’ın Tractatus Logico- Philosophicus’u Açısından Dilin Sınırları Üzerine Düşünceler”. Büyük yankı uyandıran bu konferansın ardından, felsefi çevreler Hadot’dan kendindeki Wittgenstein’ı anlatan bir makale yazmasını isterler. Bu noktadan sonra,  filozofun Tractatus ve Felsefi Soruşturmalar kitabı üzerine yoğunlaşan yazar, “Wittgenstein’ın Dil Oyunları” üzerine bir çalışma yayınlar. Kitabın içinde ayrı bölümler halinde sunulan bu makaleler, hem Pierre Hadot’un  Wittgenstein’ı  keşif sürecini anlamak açısından aydınlatıcı, hem de Wittgenstein felsefesinde anahtar kavramlara ulaşmak isteyen Türk okuyucusuna yardımcı rehber notlar içermekte.
      Bu kavramlardan en önemlisini, Hadot’un kitabın yeni baskısında tekrar gözden geçirdiği ve günümüzde hala etkisini kaybetmeyen, “Gizem” kavramı oluşturur. Wittgenstein felsefesinde “İfade edilemeyenin, dile sığmayanın” karşılığı olarak kullanılan “Gizem”,  aynı zamanda Wittgenstein’ın  felsefi kavramsallaştırmalarının da temelini oluşturur. Tractatus’ta, “Her halde dile getirilemeyen vardır, kendini gösterir, işte bu gizemdir” cümlesiyle özetlenen bu kavram sanılanın aksine teolojik bir içerik taşımamaktadır Hadot’a göre. Yazar tarafından daha çok  duygusal bir durum olarak tanımlanan Gizem, aynı zamanda bir yaşam filozofu olan Wittgenstein’ın “Erfahrung(deneyim)- Erlebnis(yaşam)” ayrımında durduğu yeri de tanımlar niteliktedir kanımca. Öte yandan Wittgenstein’ın yaşadığı dönemde oldukça rağbet gören Bilimselciliğin bir serap olduğunu ifşa etmek amacıyla oluşturduğu Gizem kavramı, bilimselcilerin aksine Dünyanın nasıl olduğuyla değil, dünyanın yalnızca varolması olgusuyla ilgilenir. Felsefesinde bir bütün olarak olgularla değil, yalnızca  varolanlarla ilgilenen Wittgenstein’a göre, önemli olan olgular ya da önermeler değil, bunları okuyan okuyucunun sonunda bunların saçma olduğunun farkına varmasıdır.

        Konuşulan ve konuşulamayan ayrımını felsefesinin temeline yerleştiren ve bu yolla aynı zamanda düşünceye de sınırlar getiren (düşünülebilen-düşünülemeyen),  Wittgenstein’ın bu eşsiz temellendirmeyi önermeler aracılığı ile yaptığı, Tractatus, “Dil içinde ifade edilebileni, dil yoluyla ifade edemeyiz”in de açıklamasıdır Pierre Hadot’a göre. Bu durumu:
"Dilin esrarı olarak adlandırılması gereken şeyi, dünyanın esrarına özdeş olan şeyi hiç kimse asla bu kadar açık ve derin biçimde ifade etmemiştir. Bu formül Wittgenstein’ın mantıki sembolizmine olduğu kadar, mistisizmine de egemendir. Kuşkusuz dil içindeyizdir, bu durum aşılamaz. Ama tam da bu aşılamaz durum içindedir ki aşkın bize kendisini gösterir.”diye özetleyen yazar,bu durumu kitabın bir çok bölümünde Wittgenstein’ın önermeleri ile de destekler.

       Dil felsefesinin en önemli filozoflarından biri olan Wittgenstein’ın temelde yaptığı eleştirilerin tümünün dile yönelik olması filozofun yönteminin en önemli kısmını oluşturur. Sanılanın aksine bu bir çelişki değil, aksine filozofun tutarlılığının en önemli göstergesidir kanımca. Dile getirilemez olanı dil ile ifade etmek… Kıta Avrupası felsefesinin en önemli isimlerinden biri olan Wittgenstein’ın onu bu üne kavuşturan eseri Tractatus Logico-Philosophicus da, bu yöntemin uygulamalı bir örneğini okuyucuya sunmaktadır. Dil içinde ifade edilemeyeni, dil aracılığı ile ifade etmenin sonucu olan bu büyük eserin sahibi, felsefi terminolojisinde varolan tuzakların en büyüğünü bu yapıtta okuyucusuna kurmuştur. kitabın daha en başında okuyucuyu büyük ve önemli bir açıklama beklemektedir:

      “Kitabım felsefe sorunlarını ele alıyor ve –sanıyorum- gösteriyor ki, bu sorunların soru olarak ortaya çıkmaları, dilimizin mantığının yanlış anlaşılmasına dayanır. Kitabın bütün anlamı şuna benzer bir sözde toplanabilir: Söylenebilir ne varsa, açıkça söylenebilir; üzerinde konuşulamayan konusunda da susmalı….Burada bildirilen düşüncelerin doğruluğu bana sorgu sual edilemez ve kesinkes görünüyor. Böylece şu kanıdayım ki, sorunları özlerinde sonuna dek çözdüm”

        Başlangıçta oldukça iddialı görünen bu cümlelerin yazarı, kendinin de ötesine geçerek,  kitabın sonuna gelen okuyucuya dünyayı doğru görebilmesi için, tüm okuduklarını unutması gerektiğini bildiren meşhur önermesini yapar:

      “Benim tümcelerim şu yolla açımlayıcıdırlar ki, beni anlayan sonunda bunların saçma olduklarını görür -onlarla-onlara tırmanarak- onların üstüne çıktığında. (Sanki üstüne çıktıktan sonra merdiveni devirip yıkması gerekir.)
         Bu tümceleri aşması gerekir, o zaman dünyayı doğru görür.(6.54)”

      Türkçe felsefe literatüründe önemli bir yer edinecek olan ve Wittgenstein okuyucusu için rehber notlar içeren “Wittgenstein ve Dilin Sınırları”, çeviride de büyük bir eksikliği gideren, Murat Erşen’in akıcı ve saplantısız Türkçe’si ile okuyucularını  bekliyor.

Devamı

30 Kasım 2009 Pazartesi

MODERN DÜNYANIN HİKAYE ANLATICILARI






YAZININ ORİNAL HALİ İÇİN TIKLAYIN:

KELİMELER ŞEHRİ

ALBERTO MANGUEL/ YAPI KREDİ YAYINLARI

idefix'ten satın al!
"Niçin kimliğin tanımlarını kelimelerde arıyoruz ve böylesi bir arayışta hikaye anlatıcısının rolü nedir? Dil, dünya tahayyülümüzü ne şekilde belirliyor, sınırlandırıyor ya da genişletiyor? Anlattığımız hikayeler kendimizi ve başkalarını algılayışımıza nasıl yardımcı oluyor? Böylesi hikayeler, bütün bir topluma, doğru ya da yanlış, bir kimlik ödünç verebilir mi? Son olarak, hikayelerin bizi ve içinde yaşadığımız dünyayı değiştirmesi mümkün müdür?”

Modern edebiyatın söz ustalarından biri olan Alberto Manguel, bu ustalığın son ürünü olan “Kelimeler Şehri”nin önsözüne bu sorularla başlıyor ve yapıt içinde bu soruların hepsini birer düğümü çözer gibi aydınlığa kavuşturuyor. Dünya edebiyatına Walter Benjamin’den miras kalan “Hikaye Anlatıcısı” kavramının yıllar sonra ete kemiğe bürünmüş bir halde karşımıza çıkması olarak yorumlayabiliriz Manguel’in eserini. Bu kendi küçük ama söylemi büyük eserin girişine çağımızın en can alıcı sorularından birini sorarak başlıyor Manguel. NEDEN BİR ARADAYIZ? Ve niyetini okura önceden fısıldayan El-Cahiz’den devraldığı büyülü bir sesle devam ediyor:

“ Bu soruyu her yönüyle parça parça, bağımsız bölümler halinde ele alacağım, çünkü bir bilgi alanından diğerine geçiş okuma keyfini ve şevkini körükler. Kitabımın bölümlerini kesintisiz bir metin olarak ve her seferinde seçtiğim konuyu tüketerek yazmaya kalkışsaydım, şüphesiz daha bütünlüklü, daha ayrıntılı ve daha soylu bir hal alacaklardı. Ancak ben uzun metinlerden korkarım ve sen, okur, gelişigüzel birkaç detayla bütünü kavrayacak ve başlangıcı öğrenerek sonu bilecek kadar saygın ve muktedirsin.” El_ Cahiz, Kitabü’l- Hayavan, IX. yüzyıl. 

Bu bütünlüklü ve yüzyıllar öncesinden Manguel’in devraldığı niyet, yazarın eserinde tam da anlatmak istediği noktayı özetliyor. Bir edebiyat eserinin sadece edebiyat içinde değerlendirilemeyeceğini öngören yazar, bu niyetini insanlığın ortak kültürel mirası olarak sayabileceğimiz eserlerle örnekliyor Kelimeler Şehri’nde.

Dil Varlığın Evidir şiarından yola çıkan eserde ilk durağımızı Antik Yunan’dan günümüze gelen en büyük lanet olarak yorumlayabileceğimiz, Kassandra’nın Sesi oluşturuyor. Apollon’un hiç kimsenin ona inanmaması koşuluyla kehanet yeteneği bahşettiği Yunanlı Rahibe Kassandra, şimdi de çağımızın yazarları olarak karşımıza çıkmakta Manguel’e göre. Bu tezini edebiyat dünyasında büyük çelişkilerin adamı olarak ünlenen Katolikliği kabul eden, Prusyalı bir Yahudi ve Rus devriminin ilkelerine karşı çıkan Radikal bir Sosyalist olan Alfred Döblin ile desteklemeyi seçen Manguel, dilin başkalarını sevme biçimi olduğunu da Döblin’in eserleri altında yorumluyor aynı zamanda.

Yüzyıllar önce yazılmış olan bir eserin günümüz sorunlarına çare olabileceğinin göstergelerini arayan Manguel’in karşısına çıkan Gılgamış Tabletleri okurun Kelimeler Şehri’ndeki ikinci durağını oluşturuyor. Edebiyat tarihinin ilk “kitap içinde kitap” örneği olan Sümer edebiyatının temsilcisi olan Gılgamış Destanı’nı, çağımızın tüm tartışmalarında sözü geçen “öteki” kavramsallaştırmasının da ilk yapıldığı eser olarak yorumluyor Manguel. Bu zamana kadar Gılgamış destanını ilk kez bu kadar farklı bir okumaya tabi tutan Manguel ekliyor, “Bütün hikayeler burada başlar”.

Ortak bir dil olgusunu nasıl yaratabiliriz sorusunu ilk sorduğumuzda karşımıza çıkan hikaye Babil Efsanesidir. Dilin ayrışması olgusunu da  ilk olarak irdeleyen bu efsane, Manguel’in “Neden bir aradayız ve nasıl bir arada kalabiliriz? Sorusuna da kaynaklık oluşturuyor. Modern dünyada Dilin Ötekileşmesi olarak yorumlayabileceğimiz sorunsalı bu efsane üzerinden yorumlayan yazar ekliyor, bir arada yaşamamızın koşulu Babil’in Lanetini çok dilliliğin lütfuna çevirebilmekte yatıyor. 

Tüm okumalar birer yorumdur ve her okumanın açığa vurdukları okurun koşullarına bağlıdır diyen Manguel, edebiyat eleştirmenlerinin çağımızda en çok üzerinde çalıştıkları bu hermeneutik meseleyi eserinin “Don Quijote’nin Kitapları” isimli bölümünde irdeliyor.

Felsefe, siyaset ve sosyoloji alanlarının ortak sorunsalı Neden bir aradayız? Ortak bir dil mümkün mü? Dil ve yabancılaşma, Kültür endüstrisi, Yazar kimdir? Gibi problemlere Edebiyat penceresinden yanıt veren Manguel, bu yolla edebiyatın sadece bir yazara ait olan cümleler toplamı olmadığını da gösteriyor aynı zamanda. Böyle bir söz ustalığı ve usta bir kütüphaneciliğin sahibi olan Alberto Manguel’in en önemli hocalarından birinin de evrenin kütüphanecisi olarak ün salmış olan büyük yazar Jorge Louis Borges olduğunu eklemekte fayda var. Kelimeler Şehri, edebiyat dünyasında Borges’in mirasçısı olarak ünlenen Manguel’in bu mirasa tüm benliğiyle layık olduğunun en güzel örneği kanımca. 1948 Buenos Aires doğumlu olan yazar, son yirmi yıldır Türkçe’ye çevrilmekte.  
Devamı

17 Kasım 2009 Salı

Hidayete Ermemiş Bir Agnostik / Hans Georg Gadamer



YAZININ ORİNAL HALİ İÇİN TIKLAYIN:

HAKİKAT VE YÖNTEM

HANS GEORG GADAMER/ PARADİGMA YAYINLARI

idefix'ten satın al!
“Hermeneutiğin ruhu, ötekinin de haklı olabilme imkânıdır. Kendini bil, Tanrı olmadığını bil anlamına gelir. Felsefe kişinin kendi cehaletini kabulüyle başlar ve biter.”                                                                                                                                                     “Bu kitabın açtığı uzun yolu kat etmek isteyen kişinin derin bir nefes alması ve çok sayıda engeli aşması gerekir. O gerçek bir şaheser, Hermeneutiğin Summa’sı, fakat aynı zamanda kontrol edilemez olanın, yani insanın sonluluğunun / sınırlılığının da şaheseridir.” Jean Grondin’in bahsettiği bu yapıt, Gadamer’in Hakikat ve Yöntem’inden başkası değildir.
 “Hakikat ve Yöntem”... Başlığı kadar içeriği de İddialı olan bu eser, Gadamer’in felsefi terminolojide Magnum  Opus’u olarak görülmektedir. Felsefi Hermeneutiğin (Yorum Bilgisi) başlangıcı sayılan Gadamer, bu büyük eserde sadece felsefenin değil, dünyada bulunan varlıklar olarak bizlerin en temel sorusunu soruyor: “Anlama Nasıl Olanaklıdır?” Bu soruya giden yolda Gadamer’in önüne çıkan zorluklar, aynı zamanda eserin de başlığını oluşturuyor. “Hakikat mi, Yöntem mi?” Bu çetrefil sorunun cevabını, daha yapıtın başlarında hemen veriyor filozof; “Ne Hakikat ne de Yöntem.” Diğer bir deyişle, kesin bir hakikat veya ona ulaşmayı garanti eden bir yöntem arayanlar, mutlaka hayal kırıklığına uğrarlar. Çünkü anlama ve sonucu olarak ulaşılan hakikat asla bir yönteme dayandırılamaz. Belirli bir yöntemle hakikate ulaşılabileceğini sanmak, modern dünyanın ve pozitivizmin yanılgısından başka bir şey değildir Gadamer’e göre. Dolayısıyla filozofun seçtiği bu başlık, aynı zamanda onun provakatif argümanını da oluşturmaktadır. Aynı durumu diğer bir alman filozof olan Martin Heidegger’in “Varlık ve Zaman” isimli eserinde görmemiz ise sadece bir tesadüf değildir. Yöntemini Heidegger’in doktora öğrencisi olduğu dönemlerde oluşturan Gadamer, hocasının felsefi yönteminin bir devamı ve geliştiricisi olarak da görülebilir. Heidegger’in “Dasein” üzerine olan yorumlarını ve yöntemini Hermeneutik alana uygulayan ve bu yolla Felsefi Hermeneutiğin başlangıcını oluşturan Gadamer’e göre, her Hermeneutik inceleme aynı zamanda bir Varlık incelemesidir. Çünkü anlama Yorumcunun-Varlığın durduğu noktadan başlar.
          Gadamer’in Hermeneutik tarihini yapı-söküme uğrattığı nokta tam da burasıdır. Kendisinden önce gelen Schleiermacher ve Dilthey’ın tersine metnin anlamının okuyucu tarafından belirlendiğini söyleyen Gadamer’e göre, “Daima metnin anlamı yazarın niyetini aşar.” Gadamer’den önce Hermeneutik geleneğin metne yaklaşımı hep yazar merkezli olmuştur. Hatta Hermeneutiği özel bir alandan (teoloji, hukuk) çıkarıp evrenselleştiren Schleiermacher bile bir metni yorumlamak için okuyucunun kültürel bilincinin yazarın bilincine erişmesi gerektiğini savunmuştur. Gadamer ise bunların tersine, anlamanın aynı zamanda yorumlamak olduğunu savunmuş ve Dasein’a (Varlık’a) bağlı yorum olmaksızın dünyanın tecrübe edilemeyeceğini saptamıştır. Dasein’a bu anlama-yorumlama esnasında eşlik edecek olan kavramlar ise oldukça şaşırtıcıdır. Aydınlanmanın ve Modernitenin kötülediği Ön-yargı ve Gelenek kavramları Gadamer’de olumsal bir içeriğe bürünür. Filozofa göre, anlamanın ön-koşulu olan Önyargılarımız ve anlamamıza imkân veren Gelenek olmaksızın içinde bulunduğumuz dünyayı yorumlamak mümkün değildir. Sonuç olarak anlama, Dasein’ın İçinde - Yaşadığı - Dünya - İle tecrübe ettiği Varoluşsal bir eylemdir ve bu eylemi gerçekleştirirken nesnel olmayı öne sürmek, Pozitivist bir kuruntudan başka bir şey değildir.  
            Beşeri Bilimlerin nesnellik iddialarının ayyuka çıktığı çağımızda, bu durumu tersten okumayı özendiren bu büyük felsefi yapıt, Hüsamettin Arslan ve İsmail Yavuzcan’ın ortak ve değerli çabası doğrultusunda Paradigma yayınları tarafından dilimize kazandırıldı. Konu yorum ve anlam olunca tercüme faaliyeti de daha çok önem kazanıyor kanımca. Hermeneutik bir eylem olarak tanımlayabileceğimiz tercüme, bu eserde Türk okuyucusuna birçok kavramı temellendirme noktasında da bir başvuru kaynağı oluşturuyor. Ancak, tercüme esnasında bazı kavramların orijinaline sadık kalınmasının o kavramları çevirmekten daha anlamlı ve anlaşılır bir durum olmasını bu eserin çevirisinde de görmekteyiz. Yazı boyunca Hermeneutik olarak kullandığım ve evrensel metinlerin çoğunda bu haliyle karşımıza çıkan terimi, kitabın çevirmenleri Hermenöytik olarak karşılamayı seçmişler. Bu durum okuma ve anlama zorluğundan başka bir şey yaratmıyor kanımca. Bu durumun kitabın baskıya hazırlanan diğer ciltlerinde değiştirilmesi, konusu anlama ve yorumlama olan bir eseri büyük bir çıkmazdan kurtaracak ve okuyucuya yapıta daha fazla nüfuz edebilme şansı verecektir. 
Devamı

23 Ekim 2009 Cuma

KARA KARA DÜŞÜNDÜREN MELANKOLİ






YAZININ ORİNAL HALİ İÇİN TIKLAYIN:

MELANKOLİ
HELENE PRİGENT/ YAPI KREDİ YAYINLARI
idefix'ten satın al!

"Bugün melankoli sözcüğünü de içeren bunalım, her dönemin üstüne bir taş eklediği, iki bin yıldan daha yaşlı, eski bir anıtın yüzeyindeki pastan başka bir şey değil aslında. Melankoli denen ve sözcüğün direnciyle ortaya çıkan şey, yalnızca sözcüğün tarihinin ve zaman içinde birbiri ardına kazandığı anlamların aydınlatabileceği karmaşık bir gerçekliği açığa vurur."

Héléne Prigent’ in Yapı Kredi Yayınları’ndan çıkan "Melankoli- Bunalımın Başkalaşımları" isimli kitabı melankoli sözcüğünün içerdiği anlam kadar karmaşık ve bir o kadar da anlamlı bu cümleyle okuyucuya merhaba diyor.Melankoli üzerine bu zamana kadar Türkçede hazırlanmış en kapsamlı çalışmalardan biri olan bu kitap, melankoli sözcüğünün arkeolojisini de içinde barındıran kültürel bir ürün aynı zamanda.

Bu tarihsellik içindeki ilk durak melankoli sözcüğünün de ilk kullanıldığı yer olan Antik Yunan olarak karşımıza çıkmakta. Varlık anlayışının da derli toplu bir biçimde ilk olarak ortaya çıktığı yer olan Antik Yunanda Melankholia olarak ortaya çıkan sözcüğün sözlük anlamının kara safra olduğunu öğreniyoruz Prigent’in çalışmasından. Kara safra olarak tanımlanan ve vücutta olduğu varsayılan maddenin insana acı veren bir özelliği olduğuna inanan Yunanlılar bu maddenin vücutta fazla bulunması durumunu ise melankoli hastalığı olarak betimlemişlerdir. Dolayısıyla İnsan vücudu üzerine çalışmaların ilk yapıldığı dönemlerde melankoli de vücudun salgıladığı bir maddenin tepkimesi olarak ortaya çıkan bir hastalık olarak yorumlanır olmuş Antik Yunan ve Roma topraklarında. Melankolinin hastalık olarak görülmekten çıkması içinse Hıristiyanlığı beklemek gerekecektir. Burada ise acedia olarak karşımıza çıkan sözcüğün anlamı Antik Yunan’dakine yakın biçimde önemsemezlik ve acı olarak karşımıza çıkmakta. İki dönem arasındaki farklardan biri ise Yunanlıların bir hastalık olarak betimledikleri melankolik duruma, Hıristiyanların iblisin işi gözüyle bakmalarıdır. Bunun yanında Antik melankolide imgelem dehaya yol açarken, Hıristiyanlıkta insanı günaha sürüklediğine inanılmaktadır. Dolayısıyla kutsal kitaplarda iyi bir keşişin bu iblisten (öğle iblisi de denir) kesinlikle uzak durması gerektiği öğütlenmektedir. İki dönem arasındaki bu kadar farlılığa rağmen değişmeyen tek şey tanımlamalar farklı olsa da melankolik durumun nereden kaynaklandığına dair yüzyıllar boyunca bir sebep gösterilmemiş olmasıdır. Bu durumu üstlenecek olan ise Ortaçağ düşüncesi olacaktır. Bu dönemde Hıristiyanlığın Acedia’sı tüm ruhsal özelliklerinden arınıp, bir tembellik durumuna dönüşürken, Antik Yunan’ın melankolisi ise Satürn ve şeytanın işbirliği olarak tanımlanıp, korkunç bir uğursuzluk olarak damgalanır. Melankoliye hak edilen itibarının iadesi için ise bireyin her şeyin üstünde tutulduğu Rönesans dönemini beklemek gerekecektir. İnsanı her şeyin temeli olarak gören bu yaklaşımda melankoli de tıpkı Antik Yunandaki gibi dehanın bir göstergesi olarak okunmaya başlamıştır. Melankolinin yeniden değer kazanması olarak görülebilecek bu dönemde en çok katkısı olan ise yaptığı gravürlerle melankoli serisi oluşturan Albrecht Dürer olmuştur. Ancak bu yüceltme uzun sürmeyecektir. Aklın temel alındığı ve duyguların arka plana itildiği dönem olan Aydınlanma tüm ruhsal durumlara yaptığı gibi melankoliyi de tekrar tarihin tozlu odasına itecektir. Bu dönemde melankolinin sadece bireyin yaşadığı bir boşluk durumu olarak tanımlanması, aydınlanma düşüncesine tepki olarak ortaya çıkan Romantiklerin de itiraz noktasını oluşturmuştur. Toplumdan uzak yaşayan duyarlı bireye değer kazandıran, imgelemin kaynaklarını aklınkilere yeğ tutan, gerçekdışılığı özgün bir dışavurum biçimi olarak gören romantik sanatçılar Antik melankolinin kimi özellikleriyle yeniden bağ kurarak Antik dehaya temel oluşturan melankoli imgesini tekrar diriltirler. İnsan varlık olarak ortaya çıktığından bu yana sürekli sallantılı bir zeminde kendine yer bulan melankoli için romantik dönem son sığınak olacaktır. Romantizm sonrası günümüze kadar gelen dönemde melankoli tekrar bir belirsizliğe gömülmüş ve boşluğa atılmıştır. Kierkegaard’ın deyişiyle artık “Tinin histerisi” bir durumdur melankoli. Dolayısıyla, Antik yunanda dehaya yol açan melankoli günümüzde tam tersi bir anlama bürünüp imgeleme zarar veren bellek görüngüsüne indirgenir olmuştur. Prigent’in bu değerli çalışması insanlık kadar eski bir ruh halinin arkeolojisini yaparken, aynı zamanda bu yüzyılda var olan çarpık melankoli anlayışına da bir ışık tutmaktadır kanımca. Her şeyden önce içinde bulunulan dönemin varlık anlayışına göre anlamlandırılan melankolik ruh halinin yüzyılımızda yersiz-yurtsuzlaşması, bu yüzyılın varlık anlayışının da bir yansımasıdır aynı zamanda.

Göçebe bir ruh haline sahip olan ve çoğu zaman melankolik ruh halini hastalık sanmaya kadar varacak bir akılcılığa saplanan çağımız insanına da tarihsel bir kapı aralayan “Melankoli/ Bunalımın Başkalaşımları” isimli bu değerli çalışma, sadece akademik inceleme yapan insanların değil, gün içinde çalışırken, okurken, yolculuk yaparken ya da hiçbir şey yapmazken gözleri bir yerlere dalıp giden herkesin okuması gereken bir kitap aynı zamanda...
Devamı

29 Eylül 2009 Salı

ÖLÜM DENİZİNDE YÜZME'NİN DAYANILMAZ AĞIRLIĞI







YAZININ ORİNAL HALİ İÇİN TIKLAYIN:
ÖLÜM DENİZİNDE YÜZMEK

DAVİD REİFF/ AGORA YAYINEVİ

idefix'ten satın al!
"…"Ve hiçbir rasyonel varlıkHissetmeyeceği ve görmeyeceği şeyden  korkamazDiyen bütün o aldatıcı zırvalarTam da bu değil mi korktuğumuz- görüntü yok, ses yokYok, hiçbir şey, sevecek ya da bağlantı kuracak,Hiç kimsenin geri dönmediği o uyuşukluktan başka."


"Dünyaya bir şey kattım. Bunun için de, ondan bir şey alacağım; Kendimi”…

Yirminci yüzyılın fotoğraf, edebiyat, sinema ve daha birçok alanında düşünce üretmiş olan ve kendi deyimiyle “dünyaya bir şey katan” Susan Sontag için yaşadığı yüzyılın aydını demek onu tanımlamak için yetmese de az da olmaz kanımca. Geride bıraktığı 17 kitap ve okuru sarsan üslubu ile akıllarda kalan ayrıcalıklı yeri bunu destekler niteliktedir. Türkçede ilk olarak fotoğraf üzerine yazdıkları ile tanıdığımız Sontag, bu alanda kendi oluşturduğu terminoloji ve bakış açısı ile görsel sanatlara yaklaşımda yeni ve ufuk açıcı bir kapı aralamıştır. Oğlunun deyimiyle hayatı yaşaması “arzulu” sözcüğü ile tanımlanabilecek ve hayatını bir kütüphaneyi doldururcasına yaşayan Sontag’ın kütüphanesi 2004 yılının aralık ayında bir daha açılmamacasına kapandı. Oğlu David Rieff’e ise geride kalanın cevapsız soruları ve kimsenin deneyimlemek istemeyeceği anıları kaldı.

Annesinin ölümünden ancak 4 yıl sonra kaleme aldığı “ölüm denizinde yüzmek” başlıklı anı kitabı ise Pınar Savaş çevirisiyle Agora yayınları tarafından dilimize kazandırıldı. Löseminin bir çeşidi olan ve tıpta MDS olarak bilinen hastalık, bundan önce 2 kez kanser olan(1970-meme kanseri, 1990- uterin kanseri) ve bunu hayatı yaşayarak atlatan Sontag’a bu kez izin vermeyerek onu aramızdan ayırdı. Oğul Reiff ise hastalığın teşhis edildiği andan itibaren tam dokuz ay boyunca annesinin yanındaydı. Başkasının ölümünü ontolojik olarak kavrayabilmek mümkün değilse de, geride kalanın deneyimleri açısından ölümlülüğü kavrayabilmek olarak tanımlayabileceğimiz durumu David Reiff’ın sonuna kadar yaşadığını söylemek yanlış olmaz. Annesinin ölüme doğru nasıl gittiğini bir oğlun kaleminden okumanın okur için de başka bir deneyim sahası oluşturduğunu söylemek pekâlâ mümkün. Her ölüm erken ölümdür sözünü doğrularcasına yaşanan bir sürecin dışavurumu olarak okunabilecek kitapta, oğul Reiff’ın, Sontag’ın ölüme giden bir Varlık olarak yaşadıklarını anlatamasa da ki bu mümkün değildir, en yakınındakinin ölümünü deneyimleyen biri olarak yaşadıklarını anlatabilmesi büyük bir cesaret ve ontolojik bir bakış olarak yorumlanabilir. Hayatı boyunca Elias Canetti ismi üzerinde çalışan ve onun iktidar ilişkilerini yorum teknikleriyle harmanlayan Sontag, aynı iktidar ilişkisini ölümünde de bizzat deneyimlemiştir. Hayatta sadece “var olmayı” seçen birinin ölüme doğru var olduğunu bile bile geride kalan her anı değerlendirmek isteğinin altında da bu iktidar yatmaktadır.

Kendi ölümünü bilmek çoğumuzun altında ezilebileceği bir durumken, Sontag için oğlunun gözlemlerine dayanarak söyleyebiliriz ki, kendi ölümünü ölmekten başka bir şey değildir. Oğul Reiff için annesinin ölümü bir “hadise” ise de, Sontag için kendi ölümü bir hadise değildir ve olamaz da. Bu yalnızca ölüme-doğru-var olan kişinin deneyimleyebileceği eksistensiyal bir fenomendir. Bunu yaşamda sadece var olmayı seçen Sontag’ın yapabilmesi ise pek zor olmamıştır. Yine oğul Reiff’ın gözlemlerine dayanarak, Sontag’ın öleceği ana kadar büyük bir azimle yaşamayı sürdürdüğü ve her zamankinden daha çok çalıştığını söylemek mümkündür. Ancak bu durumda bile öleceğinin yani artık var-olmayacağını bilmenin sancısı ve acelesi gizlidir. Tam da bu yüzden ölüm en bağlantısız ve en zati varlık imkânımız olarak önümüzde durur. Bir geride kalan olarak David Reiff’ın gözlemleri ise tam da kitabın ismine yakışır niteliktedir. Ölüme doğru giden annenin ardında kalan kocaman ve dipsiz bir ölüm denizinde yüzmektedir. Bu ruh halini olduğu gibi dışa vurabilmekse büyük bir samimiyet örneğidir ve Reiff’ın bunu son derece samimi bir şekilde yapabildiğinin en önemli kanıtı olan bu kitap, çoğu zaman geride kalanın cevapsız soruları ile köşeye sıkışan Reiff’ı okurla dertleşmeye kadar götürür. Annesinin ölecek olmasını ve ölümünü kabullenememe ve bunun doğurdu hırsı için okurdan özür dileyen David Reiff, okuyucu için de tam da bu noktada başka bir deneyimleme alanı oluşturur: annesinin ölümünü yaşayan oğulun deneyimi. Okuduğu çoğu yapıtta seyirci rolünü üstlenen okurun bu durumda aynı koltukta oturması mümkün değildir. Çünkü konu ölümdür ve herkes bir gün ölecektir. Var olmamızın etrafını çepeçevre saran bu mefhumu hep düşünmemek, ertelemek istesek de bir gün yanı başımızda buluveririz. David Reiff’ın bu deneyimi bize tüm çıplaklığı ile anlatması okur ve her şeyden önemlisi ölümlü varlıklar olarak canımızı sıksa da, ontolojik olarak bu deneyimi yorumlamak bir okurun en önemli ayrıcalığıdır kanımca. Bunu yaşatmanın edebi başarı olduğunu da hesaba katarsak, yirminci yüzyılın anlatım ustası olan Susan Sontag’ın oğlunun annesinin mirasını devam ettirdiğini söylemek tam anlamıyla mümkündür.
Devamı

14 Eylül 2009 Pazartesi

VARLIK VE ZAMAN ÜZERİNE






YAZININ ORİNAL HALİ İÇİN TIKLAYIN:
VARLIK VE ZAMAN

MARTIN HEIDEGGER/ AGORA YAYINLARI

idefix'ten satın al!
Açıkça anlaşılıyor ki, varolan ifadesini kullanırken, tam olarak ne demek istediğinizi uzunca zamandan beri biliyorsunuz ve hatta ona aşinasınız. Bir zamanlar biz de biliyorduk, ama artık tereddüde düşmüş durumdayız.”
Platon, Sofistes

Varlığın anlamı sorusunu “Ben buna empati sorusu diyorum” diyerek bir kenara bırakan Heidegger Varlık ve Zaman’daki asıl soruya odaklanır; “Varolan ifadesini kullandığımızda aslında ne demek istiyoruz?” işte 1927 yılının başında yayınlanan “Varlık ve Zaman” bu soruya odaklanmaktadır, hem de en temel biçimiyle…

Martin Heidegger’in Varlık ve Zaman’ı 1927 yılının başında dernekteki öğrencileriyle gerçekleştirdiği bir buluşmada “Tıpkı en sevdiği gizli oyuncağını gösteren bir çocuk gibi, tek kelime bile etmeden, beklentiler içinde ortaya bıraktığını” anlatır Hermann Mörchen. Rudiger Safranski’nin deyişiyle “Her şeyin söz konusu olduğu vaadinde bulunan bir başlığa sahip olan” (Rudiger Safranski, Bir Alman Üstat: Heidegger, çev. Ali Nalbant, Kabalcı Yayınevi, 2007) bu eser, dönemin felsefi iklimine bir bomba gibi düşmüştü ve Heidegger bu parlamayı Aristoteles’ten bu yana karanlığa “gömülü” olan “varlığın ne olduğu” sorusunu yeniden sorarak gerçekleştiriyordu.

Muhteva bakımından yarım kalmış olan ancak anlatmak istedikleri bakımından tam da bu yarım kalmışlığın “tamamlanmışlık” olarak karşılık bulduğu Varlık ve Zaman Heidegger düşüncesinde kilit olma işlevini yükleniyordu. Öyle ki bu eserdeki yarım kalan başlıkları sonraki eserlerinde daha ayrıntılı bir incelemeye tabi tutmuş, asıl soru olan varlığın anlamı sorusunu daha anlaşılır hale getirmek içinse ömrünün geri kalanına ihtiyaç duymuştur.Varlık ve Zaman’ı dramaturjik bir incelemeye tabi tutarsak eserin önsözü ile sonsözü arasında geçen bölümlerin bir yere varmaktan ziyade bir yolda olma hali olduğu söylenebilir. Bu yolun sonunun olması ya da sonunda bizi bir yere götürmesi gerekmez. Önemli olan varlığın ne olduğu sorusunun teşkil ettiği yolda yol alabilmektir ve yolu yol yapan da tam da bu yolda olma halidir. Bu yüzden Heidegger önsözde “Bu risalenin şimdilik kaydıyla hedefi, zamanı her türlü olası varlık anlayışının olası ufku olarak yorumlamak olacaktır” derken, sonsözde “Yoksa bizatihi zaman kendini varlığın ufku olarak mı açığa çıkarmaktadır?” diye sorar. Bu iki cümle aynı anlama geliyor gibi görünüyorsa da farklıdır. Her şeyden önce önsözü yazan Heidegger'le sonsözü yazan arasında muazzam bir fark vardır, zaman içinde yol almanın dayanılmaz ağırlığı… Yolda olma sırasında karşılaştığı durumları anlatmak için Almancanın olanaklarını sonuna kadar kullandığı söylenebilir Heidegger’in. Bu durumu Türkçe çeviride karşılaştığımız gündelik hayatta kullanmadığımız-kullanamadığımız kavramlardan da anlamak mümkündür. H.Kaan Ökten’ in büyük bir titizlikle dilimize aktardığı İhtimam-göstermeklik, dünya-içinde-olma, oldum-olasılık, el-altında-olmaklık… bu ve bunun gibi eserde yer alan daha bir çok kavram Heidegger felsefesinin bir yönünü açığa çıkarmaktadır: Fenomenolojik olarak kapalılığı açma kararlılığında olan Heidegger, bu kapalılığı-açarken karşılaştığı zorlukların üstesinden ancak bu kavramlarla gelebilmiştir. Kısacası logos ve hakikat bunu zorunlu kılmıştır. Üniversitedeki dersinde bu durumu anlatırken; "Burada hantal ve belki de çirkin kavramlar sokmak zorunda kalıyorsak, bu benim bir tutkunluğum veya kendi terminolojime âşık olmamdan değildir, olguların kendi zorlamasıdır” der ve ekler "Bunlara takılıp kalınmamalı!” Okuyucu açısından bakıldığındaysa bu fenomenolojik yöntemin okuyucuda bir yabancılaştırma sağladığını söylemek mümkündür. Bir Varlık olarak ben içinde bulunduğum hallerin dışarıdan bir gözle hem de buz gibi kavramlarla tanımlandığını görünce, o en yakınımda olanın aslında en uzak olduğunu anlarım. Heidegger’in de anlatmak istediği budur; Varlık’ın ne olduğunu bu zamana kadar o kadar bilindik ve yakınımızda zannettik ki yüzyıllarca bu soruyu sormadan beklettik ve sonunda o en uzağımızda duran bir soru haline geldi ve şimdi yapılması gereken bu soruyu bulunduğu, içine bıraktığımız karanlıktan çekip çıkarmaktır. Bunu yapabilmek içinse giriş niteliğinde bir irdelemeye gerek duyulmaktadır. İşte Varlık ve Zaman bu irdelemeyi konu alır.

Varlık ve Zaman’da “Girişin girişi” olarak adlandırabileceğimiz ilk kısım Varlık’ın ne olduğu sorusunun açığa çıkarılmasına ayrılmıştır. Aslında Heidegger’in burada yaptığı varlığın ne olmadığını ortaya koymaktan başka bir şey değildir. Bunu yaparken de bu zamana kadar varlığın ne olduğuna ilişkin soruyu sormaya çalışan filozoflarla (Descartes, Kant, Husserl…) uzun bir sohbete girişir ve böylelikle bu sorunun neden bugüne kadar sorulamadığını açığa çıkarmaya çalışır.Varlık ve zaman’ın İkinci ayrımına metinsel anlamda bakıldığında hem incelediği konu hem de buna uygun olan anlatım şekli açısından birinci ayrımdan ayrıldığını söylemek mümkündür kanımca. Her şeyden önce bu bölüm düzyazısı itibari ile zamansal bir okumayı talep etmektedir okuyucudan. Metin yapısı olarak barındırdığı hareketlilik aynı zamanda sahihliği de içinde taşımakta ve okuyandan da böyle bir sahihliğe yaraşır bir okuma talep etmektedir.

Genel olarak Varlık ve Zaman’ın yapısına bakıldığındaysa en önemli nokta eserin bir soruyla bitiyor oluşudur. Ancak buradaki soru herhangi bir soru değildir. Varlık ve Zaman ilintisini açığa çıkarmaya yarayan ve aynı zamanda ikisinin özdeş olmadığını ortaya koyan “Yoksa bizatihi zaman, kendini varlığın ufku olarak mı açığa çıkarmaktadır?” sorusu okuyucu için ilk bakışta bir hayal kırıklığı gibi görünse de yazarla yapılan bir işbirliğidir de aynı zamanda. Başta belirttiğimiz gibi eğer Heidegger’in düşüncesini bir “yolda olma” hali olarak belirlersek Varlık'ın ne olduğuna dair soruya yönelik çıktığımız yolculukta birlikte-oluşumuzun sonlandığının ama yolun bitmediğinin en önemli göstergesidir bu soruyu sorması. Çünkü sahih olarak bu soruyu düşünme, herkesin kendi başına katetmesi gereken bir yoldur. Refakat bitmiştir…
Devamı
Tema resimleri Ollustrator tarafından tasarlanmıştır. Blogger tarafından desteklenmektedir.

© 2011 Zeynep Ceylan, AllRightsReserved.

Designed by ScreenWritersArena | Türkçeleştiren: Furkan Özden