YAZININ ORJİNAL HALİ İÇİN TIKLAYIN:
Wittgenstein ve Dilin Sınırları
Pierre Hadot / Doğu Batı Yayınları
idefix'ten satın al!
"Felsefenin amacı düşüncelerin mantıken aydınlatılmasıdır. Felsefe
bir öğretim değil, bir etkinliktir. Felsefi bir eser o halde aslen
"açımlamalardan" oluşur. Felsefenin neticesi, “felsefi önermeler” değil,
önermelerin aydınlatılmasıdır. Felsefe başka türlü bulanık ve karmaşık
olacak düşünceleri açık kılmalı ve kesinlik ile sınırlamalıdır."
LUDWIG WITTGENSTEIN
Fransız felsefeci ve Antik Felsefe uzmanı Pierre Hadot’un “Wittgenstein
ve Dilin Sınırları” isimli çalışması ünlü filozof Wittgenstein’ın
önermelerinin aydınlatılmasına ayrılmış kapsamlı bir çalışma olarak
geçtiğimiz aylarda Doğu- Batı yayınları tarafından dilimize
kazandırıldı.
Türkçe felsefe literatüründe uzunca bir zamandır eksikliği hissedilen
“Wittgenstein ve Dilin Sınırları”, yazarı Hadot’un akademik anlamda
Wittgenstein’ı keşfiyle başlıyor: Antik Felsefe ile ilgili çalışmalarını
yürütmek üzere görevlendirildiği CNRS’de iken çalışmaları için yabancı
felsefi dergileri inceleyen Hadot, literatürde Wittgenstein hakkında en
kapsamlı çalışmalar olarak bilinen E.Wasmuth’un “Tractatus’ta Sessizlik
ve Gizem” makalesi ile R. Freundlich’in “Wittgenstein’da Mantık ve
Gizem” isimli makaleleri ile karşılaşıyor. Bu iki önemli makaleyi okuyan
Hadot, kelimenin tam anlamıyla büyüleniyor. Bu şaşkınlığın en önemli
sebebi, Wittgenstein’ın Tractatus isimli eseri 40 yıl önce
yayınlanmasına rağmen, ne kitabın ne de yazarının Fransa’da henüz
tanınmıyor oluşudur. Bu makaleler aracılığı ile kendisi de kısmi bir
aydınlanma yaşayan Hadot, bu konuyu o zamanlar tüm felsefi tartışmaların
yapıldığı Jean Wahl’ın başında olduğu Felsefe Collége’a taşır. Burada
kısa süreli bir bilgi alışverişinden sonra, Hadot, Wittgenstein’ı
Fransa’ya tanıtan meşhur konferansını verir: “Wittgenstein’ın Tractatus
Logico- Philosophicus’u Açısından Dilin Sınırları Üzerine Düşünceler”.
Büyük yankı uyandıran bu konferansın ardından, felsefi çevreler
Hadot’dan kendindeki Wittgenstein’ı anlatan bir makale yazmasını
isterler. Bu noktadan sonra, filozofun Tractatus ve Felsefi
Soruşturmalar kitabı üzerine yoğunlaşan yazar, “Wittgenstein’ın Dil
Oyunları” üzerine bir çalışma yayınlar. Kitabın içinde ayrı bölümler
halinde sunulan bu makaleler, hem Pierre Hadot’un Wittgenstein’ı keşif
sürecini anlamak açısından aydınlatıcı, hem de Wittgenstein
felsefesinde anahtar kavramlara ulaşmak isteyen Türk okuyucusuna
yardımcı rehber notlar içermekte.
Bu kavramlardan en önemlisini, Hadot’un kitabın yeni baskısında tekrar
gözden geçirdiği ve günümüzde hala etkisini kaybetmeyen, “Gizem” kavramı
oluşturur. Wittgenstein felsefesinde “İfade edilemeyenin, dile
sığmayanın” karşılığı olarak kullanılan “Gizem”, aynı zamanda
Wittgenstein’ın felsefi kavramsallaştırmalarının da temelini oluşturur.
Tractatus’ta, “Her halde dile getirilemeyen vardır, kendini gösterir,
işte bu gizemdir” cümlesiyle özetlenen bu kavram sanılanın aksine
teolojik bir içerik taşımamaktadır Hadot’a göre. Yazar tarafından daha
çok duygusal bir durum olarak tanımlanan Gizem, aynı zamanda bir yaşam
filozofu olan Wittgenstein’ın “Erfahrung(deneyim)- Erlebnis(yaşam)”
ayrımında durduğu yeri de tanımlar niteliktedir kanımca. Öte yandan
Wittgenstein’ın yaşadığı dönemde oldukça rağbet gören Bilimselciliğin
bir serap olduğunu ifşa etmek amacıyla oluşturduğu Gizem kavramı,
bilimselcilerin aksine Dünyanın nasıl olduğuyla değil, dünyanın yalnızca
varolması olgusuyla ilgilenir. Felsefesinde bir bütün olarak olgularla
değil, yalnızca varolanlarla ilgilenen Wittgenstein’a göre, önemli olan
olgular ya da önermeler değil, bunları okuyan okuyucunun sonunda
bunların saçma olduğunun farkına varmasıdır.
Konuşulan ve konuşulamayan ayrımını felsefesinin temeline
yerleştiren ve bu yolla aynı zamanda düşünceye de sınırlar getiren
(düşünülebilen-düşünülemeyen), Wittgenstein’ın bu eşsiz temellendirmeyi
önermeler aracılığı ile yaptığı, Tractatus, “Dil içinde ifade
edilebileni, dil yoluyla ifade edemeyiz”in de açıklamasıdır Pierre
Hadot’a göre. Bu durumu:
"Dilin esrarı olarak adlandırılması gereken şeyi, dünyanın esrarına
özdeş olan şeyi hiç kimse asla bu kadar açık ve derin biçimde ifade
etmemiştir. Bu formül Wittgenstein’ın mantıki sembolizmine olduğu kadar,
mistisizmine de egemendir. Kuşkusuz dil içindeyizdir, bu durum
aşılamaz. Ama tam da bu aşılamaz durum içindedir ki aşkın bize kendisini
gösterir.”diye özetleyen yazar,bu durumu kitabın bir çok bölümünde
Wittgenstein’ın önermeleri ile de destekler.
Dil felsefesinin en önemli filozoflarından biri olan
Wittgenstein’ın temelde yaptığı eleştirilerin tümünün dile yönelik
olması filozofun yönteminin en önemli kısmını oluşturur. Sanılanın
aksine bu bir çelişki değil, aksine filozofun tutarlılığının en önemli
göstergesidir kanımca. Dile getirilemez olanı dil ile ifade etmek… Kıta
Avrupası felsefesinin en önemli isimlerinden biri olan Wittgenstein’ın
onu bu üne kavuşturan eseri Tractatus Logico-Philosophicus da, bu
yöntemin uygulamalı bir örneğini okuyucuya sunmaktadır. Dil içinde ifade
edilemeyeni, dil aracılığı ile ifade etmenin sonucu olan bu büyük
eserin sahibi, felsefi terminolojisinde varolan tuzakların en büyüğünü
bu yapıtta okuyucusuna kurmuştur. kitabın daha en başında okuyucuyu
büyük ve önemli bir açıklama beklemektedir:
“Kitabım felsefe sorunlarını ele alıyor ve –sanıyorum-
gösteriyor ki, bu sorunların soru olarak ortaya çıkmaları, dilimizin
mantığının yanlış anlaşılmasına dayanır. Kitabın bütün anlamı şuna
benzer bir sözde toplanabilir: Söylenebilir ne varsa, açıkça
söylenebilir; üzerinde konuşulamayan konusunda da susmalı….Burada
bildirilen düşüncelerin doğruluğu bana sorgu sual edilemez ve kesinkes
görünüyor. Böylece şu kanıdayım ki, sorunları özlerinde sonuna dek
çözdüm”
Başlangıçta oldukça iddialı görünen bu cümlelerin yazarı,
kendinin de ötesine geçerek, kitabın sonuna gelen okuyucuya dünyayı
doğru görebilmesi için, tüm okuduklarını unutması gerektiğini bildiren
meşhur önermesini yapar:
“Benim tümcelerim şu yolla açımlayıcıdırlar ki, beni anlayan
sonunda bunların saçma olduklarını görür -onlarla-onlara tırmanarak-
onların üstüne çıktığında. (Sanki üstüne çıktıktan sonra merdiveni
devirip yıkması gerekir.)
Bu tümceleri aşması gerekir, o zaman dünyayı doğru görür.(6.54)”
Türkçe felsefe literatüründe önemli bir yer edinecek olan ve
Wittgenstein okuyucusu için rehber notlar içeren “Wittgenstein ve Dilin
Sınırları”, çeviride de büyük bir eksikliği gideren, Murat Erşen’in
akıcı ve saplantısız Türkçe’si ile okuyucularını bekliyor.
Devamı
YAZININ ORİNAL HALİ İÇİN TIKLAYIN:
KELİMELER ŞEHRİ
ALBERTO MANGUEL/ YAPI KREDİ YAYINLARI
idefix'ten satın al!
"Niçin
kimliğin tanımlarını kelimelerde arıyoruz ve böylesi bir arayışta
hikaye anlatıcısının rolü nedir? Dil, dünya tahayyülümüzü ne şekilde
belirliyor, sınırlandırıyor ya da genişletiyor? Anlattığımız hikayeler
kendimizi ve başkalarını algılayışımıza nasıl yardımcı oluyor? Böylesi
hikayeler, bütün bir topluma, doğru ya da yanlış, bir kimlik ödünç
verebilir mi? Son olarak, hikayelerin bizi ve içinde yaşadığımız dünyayı
değiştirmesi mümkün müdür?”
Modern edebiyatın söz ustalarından biri olan Alberto Manguel, bu ustalığın son ürünü olan “Kelimeler Şehri”nin
önsözüne bu sorularla başlıyor ve yapıt içinde bu soruların hepsini
birer düğümü çözer gibi aydınlığa kavuşturuyor. Dünya edebiyatına Walter
Benjamin’den miras kalan “Hikaye Anlatıcısı” kavramının yıllar sonra
ete kemiğe bürünmüş bir halde karşımıza çıkması olarak yorumlayabiliriz
Manguel’in eserini. Bu kendi küçük ama söylemi büyük eserin girişine
çağımızın en can alıcı sorularından birini sorarak başlıyor Manguel.
NEDEN BİR ARADAYIZ? Ve niyetini okura önceden fısıldayan El-Cahiz’den
devraldığı büyülü bir sesle devam ediyor:
“ Bu soruyu her yönüyle parça parça, bağımsız bölümler halinde ele
alacağım, çünkü bir bilgi alanından diğerine geçiş okuma keyfini ve
şevkini körükler. Kitabımın bölümlerini kesintisiz bir metin olarak ve
her seferinde seçtiğim konuyu tüketerek yazmaya kalkışsaydım, şüphesiz
daha bütünlüklü, daha ayrıntılı ve daha soylu bir hal alacaklardı. Ancak
ben uzun metinlerden korkarım ve sen, okur, gelişigüzel birkaç detayla
bütünü kavrayacak ve başlangıcı öğrenerek sonu bilecek kadar saygın ve
muktedirsin.” El_ Cahiz, Kitabü’l- Hayavan, IX. yüzyıl.
Bu bütünlüklü ve yüzyıllar öncesinden Manguel’in devraldığı niyet,
yazarın eserinde tam da anlatmak istediği noktayı özetliyor. Bir
edebiyat eserinin sadece edebiyat içinde değerlendirilemeyeceğini
öngören yazar, bu niyetini insanlığın ortak kültürel mirası olarak
sayabileceğimiz eserlerle örnekliyor Kelimeler Şehri’nde.
Dil Varlığın Evidir şiarından yola çıkan eserde ilk durağımızı Antik
Yunan’dan günümüze gelen en büyük lanet olarak yorumlayabileceğimiz,
Kassandra’nın Sesi oluşturuyor. Apollon’un hiç kimsenin ona inanmaması
koşuluyla kehanet yeteneği bahşettiği Yunanlı Rahibe Kassandra, şimdi de
çağımızın yazarları olarak karşımıza çıkmakta Manguel’e göre. Bu tezini
edebiyat dünyasında büyük çelişkilerin adamı olarak ünlenen Katolikliği
kabul eden, Prusyalı bir Yahudi ve Rus devriminin ilkelerine karşı
çıkan Radikal bir Sosyalist olan Alfred Döblin ile desteklemeyi seçen
Manguel, dilin başkalarını sevme biçimi olduğunu da Döblin’in eserleri
altında yorumluyor aynı zamanda.
Yüzyıllar önce yazılmış olan bir eserin günümüz sorunlarına çare
olabileceğinin göstergelerini arayan Manguel’in karşısına çıkan Gılgamış
Tabletleri okurun Kelimeler Şehri’ndeki ikinci durağını oluşturuyor.
Edebiyat tarihinin ilk “kitap içinde kitap” örneği olan Sümer
edebiyatının temsilcisi olan Gılgamış Destanı’nı, çağımızın tüm
tartışmalarında sözü geçen “öteki” kavramsallaştırmasının da ilk
yapıldığı eser olarak yorumluyor Manguel. Bu zamana kadar Gılgamış
destanını ilk kez bu kadar farklı bir okumaya tabi tutan Manguel
ekliyor, “Bütün hikayeler burada başlar”.
Ortak bir dil olgusunu nasıl yaratabiliriz sorusunu ilk sorduğumuzda
karşımıza çıkan hikaye Babil Efsanesidir. Dilin ayrışması olgusunu da
ilk olarak irdeleyen bu efsane, Manguel’in “Neden bir aradayız ve nasıl
bir arada kalabiliriz? Sorusuna da kaynaklık oluşturuyor. Modern dünyada
Dilin Ötekileşmesi olarak yorumlayabileceğimiz sorunsalı bu efsane
üzerinden yorumlayan yazar ekliyor, bir arada yaşamamızın koşulu
Babil’in Lanetini çok dilliliğin lütfuna çevirebilmekte yatıyor.
Tüm okumalar birer yorumdur ve her okumanın açığa vurdukları okurun
koşullarına bağlıdır diyen Manguel, edebiyat eleştirmenlerinin çağımızda
en çok üzerinde çalıştıkları bu hermeneutik meseleyi eserinin “Don
Quijote’nin Kitapları” isimli bölümünde irdeliyor.
Felsefe, siyaset ve sosyoloji alanlarının ortak sorunsalı Neden
bir aradayız? Ortak bir dil mümkün mü? Dil ve yabancılaşma, Kültür
endüstrisi, Yazar kimdir? Gibi problemlere Edebiyat penceresinden yanıt
veren Manguel, bu yolla edebiyatın sadece bir yazara ait olan cümleler
toplamı olmadığını da gösteriyor aynı zamanda. Böyle bir söz ustalığı ve
usta bir kütüphaneciliğin sahibi olan Alberto Manguel’in en önemli
hocalarından birinin de evrenin kütüphanecisi olarak ün salmış olan
büyük yazar Jorge Louis Borges
olduğunu eklemekte fayda var. Kelimeler Şehri, edebiyat dünyasında
Borges’in mirasçısı olarak ünlenen Manguel’in bu mirasa tüm benliğiyle
layık olduğunun en güzel örneği kanımca. 1948 Buenos Aires doğumlu olan
yazar, son yirmi yıldır Türkçe’ye çevrilmekte.
Devamı
YAZININ ORİNAL HALİ İÇİN TIKLAYIN:
HAKİKAT VE YÖNTEM
HANS GEORG GADAMER/ PARADİGMA YAYINLARI
idefix'ten satın al!
“Hermeneutiğin ruhu, ötekinin de haklı olabilme imkânıdır. Kendini bil, Tanrı olmadığını bil anlamına gelir. Felsefe kişinin kendi cehaletini kabulüyle başlar ve biter.”
“Bu
kitabın açtığı uzun yolu kat etmek isteyen kişinin derin bir nefes
alması ve çok sayıda engeli aşması gerekir. O gerçek bir şaheser,
Hermeneutiğin Summa’sı, fakat aynı zamanda kontrol edilemez olanın, yani
insanın sonluluğunun / sınırlılığının da şaheseridir.” Jean Grondin’in
bahsettiği bu yapıt, Gadamer’in Hakikat ve Yöntem’inden başkası
değildir.
“Hakikat
ve Yöntem”... Başlığı kadar içeriği de İddialı olan bu eser, Gadamer’in
felsefi terminolojide Magnum Opus’u olarak görülmektedir. Felsefi
Hermeneutiğin (Yorum Bilgisi) başlangıcı sayılan Gadamer, bu büyük
eserde sadece felsefenin değil, dünyada bulunan varlıklar olarak
bizlerin en temel sorusunu soruyor: “Anlama Nasıl Olanaklıdır?” Bu
soruya giden yolda Gadamer’in önüne çıkan zorluklar, aynı zamanda eserin
de başlığını oluşturuyor. “Hakikat mi, Yöntem mi?” Bu çetrefil sorunun
cevabını, daha yapıtın başlarında hemen veriyor filozof; “Ne Hakikat ne
de Yöntem.” Diğer bir deyişle, kesin bir hakikat veya ona ulaşmayı
garanti eden bir yöntem arayanlar, mutlaka hayal kırıklığına uğrarlar.
Çünkü anlama ve sonucu olarak ulaşılan hakikat asla bir yönteme
dayandırılamaz. Belirli bir yöntemle hakikate ulaşılabileceğini sanmak,
modern dünyanın ve pozitivizmin yanılgısından başka bir şey değildir
Gadamer’e göre. Dolayısıyla filozofun seçtiği bu başlık, aynı zamanda
onun provakatif argümanını da oluşturmaktadır. Aynı durumu diğer bir
alman filozof olan Martin Heidegger’in “Varlık ve Zaman” isimli eserinde
görmemiz ise sadece bir tesadüf değildir. Yöntemini Heidegger’in
doktora öğrencisi olduğu dönemlerde oluşturan Gadamer, hocasının felsefi
yönteminin bir devamı ve geliştiricisi olarak da görülebilir.
Heidegger’in “Dasein” üzerine olan yorumlarını ve yöntemini Hermeneutik
alana uygulayan ve bu yolla Felsefi Hermeneutiğin başlangıcını oluşturan
Gadamer’e göre, her Hermeneutik inceleme aynı zamanda bir Varlık
incelemesidir. Çünkü anlama Yorumcunun-Varlığın durduğu noktadan başlar.
Gadamer’in
Hermeneutik tarihini yapı-söküme uğrattığı nokta tam da burasıdır.
Kendisinden önce gelen Schleiermacher ve Dilthey’ın tersine metnin
anlamının okuyucu tarafından belirlendiğini söyleyen Gadamer’e göre,
“Daima metnin anlamı yazarın niyetini aşar.” Gadamer’den önce
Hermeneutik geleneğin metne yaklaşımı hep yazar merkezli olmuştur. Hatta
Hermeneutiği özel bir alandan (teoloji, hukuk) çıkarıp evrenselleştiren
Schleiermacher bile bir metni yorumlamak için okuyucunun kültürel
bilincinin yazarın bilincine erişmesi gerektiğini savunmuştur. Gadamer
ise bunların tersine, anlamanın aynı zamanda yorumlamak olduğunu
savunmuş ve Dasein’a (Varlık’a) bağlı yorum olmaksızın dünyanın tecrübe
edilemeyeceğini saptamıştır. Dasein’a bu anlama-yorumlama esnasında
eşlik edecek olan kavramlar ise oldukça şaşırtıcıdır. Aydınlanmanın ve
Modernitenin kötülediği Ön-yargı ve Gelenek kavramları Gadamer’de
olumsal bir içeriğe bürünür. Filozofa göre, anlamanın ön-koşulu olan
Önyargılarımız ve anlamamıza imkân veren Gelenek olmaksızın içinde
bulunduğumuz dünyayı yorumlamak mümkün değildir. Sonuç olarak anlama,
Dasein’ın İçinde - Yaşadığı - Dünya - İle tecrübe ettiği Varoluşsal bir
eylemdir ve bu eylemi gerçekleştirirken nesnel olmayı öne sürmek,
Pozitivist bir kuruntudan başka bir şey değildir.
Beşeri Bilimlerin nesnellik iddialarının ayyuka çıktığı çağımızda, bu
durumu tersten okumayı özendiren bu büyük felsefi yapıt, Hüsamettin
Arslan ve İsmail Yavuzcan’ın ortak ve değerli çabası doğrultusunda
Paradigma yayınları tarafından dilimize kazandırıldı. Konu yorum ve
anlam olunca tercüme faaliyeti de daha çok önem kazanıyor kanımca.
Hermeneutik bir eylem olarak tanımlayabileceğimiz tercüme, bu eserde
Türk okuyucusuna birçok kavramı temellendirme noktasında da bir başvuru
kaynağı oluşturuyor. Ancak, tercüme esnasında bazı kavramların
orijinaline sadık kalınmasının o kavramları çevirmekten daha anlamlı ve
anlaşılır bir durum olmasını bu eserin çevirisinde de görmekteyiz. Yazı
boyunca Hermeneutik olarak kullandığım ve evrensel metinlerin çoğunda bu
haliyle karşımıza çıkan terimi, kitabın çevirmenleri Hermenöytik olarak
karşılamayı seçmişler. Bu durum okuma ve anlama zorluğundan başka bir
şey yaratmıyor kanımca. Bu durumun kitabın baskıya hazırlanan diğer
ciltlerinde değiştirilmesi, konusu anlama ve yorumlama olan bir eseri
büyük bir çıkmazdan kurtaracak ve okuyucuya yapıta daha fazla nüfuz
edebilme şansı verecektir.
Devamı
YAZININ ORİNAL HALİ İÇİN TIKLAYIN:
MELANKOLİ
HELENE PRİGENT/ YAPI KREDİ YAYINLARI
idefix'ten satın al!
"Bugün melankoli
sözcüğünü de içeren bunalım, her dönemin üstüne bir taş eklediği, iki
bin yıldan daha yaşlı, eski bir anıtın yüzeyindeki pastan başka bir şey
değil aslında. Melankoli denen ve sözcüğün direnciyle ortaya çıkan şey,
yalnızca sözcüğün tarihinin ve zaman içinde birbiri ardına kazandığı
anlamların aydınlatabileceği karmaşık bir gerçekliği açığa vurur."
Héléne Prigent’ in Yapı Kredi Yayınları’ndan
çıkan "Melankoli- Bunalımın Başkalaşımları" isimli kitabı melankoli
sözcüğünün içerdiği anlam kadar karmaşık ve bir o kadar da anlamlı bu
cümleyle okuyucuya merhaba diyor.Melankoli üzerine bu zamana kadar
Türkçede hazırlanmış en kapsamlı çalışmalardan biri olan bu kitap, melankoli sözcüğünün arkeolojisini de içinde barındıran kültürel bir ürün aynı zamanda.
Bu tarihsellik içindeki ilk durak melankoli sözcüğünün de ilk
kullanıldığı yer olan Antik Yunan olarak karşımıza çıkmakta. Varlık
anlayışının da derli toplu bir biçimde ilk olarak ortaya çıktığı yer
olan Antik Yunanda Melankholia olarak ortaya çıkan sözcüğün sözlük
anlamının kara safra olduğunu öğreniyoruz Prigent’in çalışmasından. Kara
safra olarak tanımlanan ve vücutta olduğu varsayılan maddenin insana
acı veren bir özelliği olduğuna inanan Yunanlılar bu maddenin vücutta
fazla bulunması durumunu ise melankoli hastalığı olarak
betimlemişlerdir. Dolayısıyla İnsan vücudu üzerine çalışmaların ilk
yapıldığı dönemlerde melankoli de vücudun salgıladığı bir maddenin
tepkimesi olarak ortaya çıkan bir hastalık olarak yorumlanır olmuş Antik
Yunan ve Roma topraklarında. Melankolinin hastalık olarak görülmekten
çıkması içinse Hıristiyanlığı beklemek gerekecektir. Burada ise acedia
olarak karşımıza çıkan sözcüğün anlamı Antik Yunan’dakine yakın biçimde
önemsemezlik ve acı olarak karşımıza çıkmakta. İki dönem arasındaki
farklardan biri ise Yunanlıların bir hastalık olarak betimledikleri
melankolik duruma, Hıristiyanların iblisin işi gözüyle bakmalarıdır.
Bunun yanında Antik melankolide imgelem dehaya yol açarken,
Hıristiyanlıkta insanı günaha sürüklediğine inanılmaktadır. Dolayısıyla
kutsal kitaplarda iyi bir keşişin bu iblisten (öğle iblisi de denir)
kesinlikle uzak durması gerektiği öğütlenmektedir. İki dönem arasındaki
bu kadar farlılığa rağmen değişmeyen tek şey tanımlamalar farklı olsa da
melankolik durumun nereden kaynaklandığına dair yüzyıllar boyunca bir
sebep gösterilmemiş olmasıdır. Bu durumu üstlenecek olan ise Ortaçağ
düşüncesi olacaktır. Bu dönemde Hıristiyanlığın Acedia’sı tüm ruhsal
özelliklerinden arınıp, bir tembellik durumuna dönüşürken, Antik
Yunan’ın melankolisi ise Satürn ve şeytanın işbirliği olarak tanımlanıp,
korkunç bir uğursuzluk olarak damgalanır. Melankoliye hak edilen
itibarının iadesi için ise bireyin her şeyin üstünde tutulduğu Rönesans
dönemini beklemek gerekecektir. İnsanı her şeyin temeli olarak gören bu
yaklaşımda melankoli de tıpkı Antik Yunandaki gibi dehanın bir
göstergesi olarak okunmaya başlamıştır. Melankolinin yeniden değer
kazanması olarak görülebilecek bu dönemde en çok katkısı olan ise
yaptığı gravürlerle melankoli serisi oluşturan Albrecht Dürer olmuştur.
Ancak bu yüceltme uzun sürmeyecektir. Aklın temel alındığı ve duyguların
arka plana itildiği dönem olan Aydınlanma tüm ruhsal durumlara yaptığı
gibi melankoliyi de tekrar tarihin tozlu odasına itecektir. Bu dönemde
melankolinin sadece bireyin yaşadığı bir boşluk durumu olarak
tanımlanması, aydınlanma düşüncesine tepki olarak ortaya çıkan
Romantiklerin de itiraz noktasını oluşturmuştur. Toplumdan uzak yaşayan
duyarlı bireye değer kazandıran, imgelemin kaynaklarını aklınkilere yeğ
tutan, gerçekdışılığı özgün bir dışavurum biçimi olarak gören romantik
sanatçılar Antik melankolinin kimi özellikleriyle yeniden bağ kurarak
Antik dehaya temel oluşturan melankoli imgesini tekrar diriltirler.
İnsan varlık olarak ortaya çıktığından bu yana sürekli sallantılı bir
zeminde kendine yer bulan melankoli için romantik dönem son sığınak
olacaktır. Romantizm sonrası günümüze kadar gelen dönemde melankoli
tekrar bir belirsizliğe gömülmüş ve boşluğa atılmıştır. Kierkegaard’ın
deyişiyle artık “Tinin histerisi” bir durumdur melankoli. Dolayısıyla,
Antik yunanda dehaya yol açan melankoli günümüzde tam tersi bir anlama
bürünüp imgeleme zarar veren bellek görüngüsüne indirgenir olmuştur.
Prigent’in bu değerli çalışması insanlık kadar eski bir ruh halinin
arkeolojisini yaparken, aynı zamanda bu yüzyılda var olan çarpık
melankoli anlayışına da bir ışık tutmaktadır kanımca. Her şeyden önce
içinde bulunulan dönemin varlık anlayışına göre anlamlandırılan
melankolik ruh halinin yüzyılımızda yersiz-yurtsuzlaşması, bu yüzyılın
varlık anlayışının da bir yansımasıdır aynı zamanda.
Göçebe bir ruh haline sahip olan ve çoğu zaman melankolik ruh halini
hastalık sanmaya kadar varacak bir akılcılığa saplanan çağımız insanına
da tarihsel bir kapı aralayan “Melankoli/ Bunalımın Başkalaşımları”
isimli bu değerli çalışma, sadece akademik inceleme yapan insanların
değil, gün içinde çalışırken, okurken, yolculuk yaparken ya da hiçbir
şey yapmazken gözleri bir yerlere dalıp giden herkesin okuması gereken
bir kitap aynı zamanda...
Devamı
YAZININ ORİNAL HALİ İÇİN TIKLAYIN:
ÖLÜM DENİZİNDE YÜZMEK
DAVİD REİFF/ AGORA YAYINEVİ
idefix'ten satın al!
"…"Ve
hiçbir rasyonel varlıkHissetmeyeceği ve görmeyeceği
şeyden korkamazDiyen bütün o aldatıcı zırvalarTam da bu değil mi
korktuğumuz- görüntü yok, ses yokYok, hiçbir şey, sevecek ya da bağlantı
kuracak,Hiç kimsenin geri dönmediği o uyuşukluktan başka."
"Dünyaya bir şey kattım. Bunun için de, ondan bir şey alacağım; Kendimi”…
Yirminci yüzyılın fotoğraf, edebiyat, sinema ve daha birçok alanında düşünce üretmiş olan ve kendi deyimiyle “dünyaya bir şey katan” Susan Sontag
için yaşadığı yüzyılın aydını demek onu tanımlamak için yetmese de az
da olmaz kanımca. Geride bıraktığı 17 kitap ve okuru sarsan üslubu ile
akıllarda kalan ayrıcalıklı yeri bunu destekler niteliktedir. Türkçede
ilk olarak fotoğraf üzerine yazdıkları ile tanıdığımız Sontag, bu alanda
kendi oluşturduğu terminoloji ve bakış açısı ile görsel sanatlara
yaklaşımda yeni ve ufuk açıcı bir kapı aralamıştır. Oğlunun deyimiyle
hayatı yaşaması “arzulu” sözcüğü ile tanımlanabilecek ve hayatını bir
kütüphaneyi doldururcasına yaşayan Sontag’ın kütüphanesi 2004 yılının
aralık ayında bir daha açılmamacasına kapandı. Oğlu David Rieff’e ise
geride kalanın cevapsız soruları ve kimsenin deneyimlemek istemeyeceği
anıları kaldı.
Annesinin ölümünden ancak 4 yıl sonra kaleme aldığı “ölüm denizinde
yüzmek” başlıklı anı kitabı ise Pınar Savaş çevirisiyle Agora yayınları
tarafından dilimize kazandırıldı. Löseminin bir çeşidi olan ve tıpta MDS
olarak bilinen hastalık, bundan önce 2 kez kanser olan(1970-meme
kanseri, 1990- uterin kanseri) ve bunu hayatı yaşayarak atlatan Sontag’a
bu kez izin vermeyerek onu aramızdan ayırdı. Oğul Reiff ise hastalığın
teşhis edildiği andan itibaren tam dokuz ay boyunca annesinin
yanındaydı. Başkasının ölümünü ontolojik olarak kavrayabilmek mümkün
değilse de, geride kalanın deneyimleri açısından ölümlülüğü
kavrayabilmek olarak tanımlayabileceğimiz durumu David Reiff’ın sonuna
kadar yaşadığını söylemek yanlış olmaz. Annesinin ölüme doğru nasıl
gittiğini bir oğlun kaleminden okumanın okur için de başka bir deneyim
sahası oluşturduğunu söylemek pekâlâ mümkün. Her ölüm erken ölümdür
sözünü doğrularcasına yaşanan bir sürecin dışavurumu olarak okunabilecek
kitapta, oğul Reiff’ın, Sontag’ın ölüme giden bir Varlık olarak
yaşadıklarını anlatamasa da ki bu mümkün değildir, en yakınındakinin
ölümünü deneyimleyen biri olarak yaşadıklarını anlatabilmesi büyük bir
cesaret ve ontolojik bir bakış olarak yorumlanabilir. Hayatı boyunca
Elias Canetti ismi üzerinde çalışan ve onun iktidar ilişkilerini yorum
teknikleriyle harmanlayan Sontag, aynı iktidar ilişkisini ölümünde de
bizzat deneyimlemiştir. Hayatta sadece “var olmayı” seçen birinin ölüme
doğru var olduğunu bile bile geride kalan her anı değerlendirmek
isteğinin altında da bu iktidar yatmaktadır.
Kendi ölümünü bilmek çoğumuzun altında ezilebileceği bir durumken,
Sontag için oğlunun gözlemlerine dayanarak söyleyebiliriz ki, kendi
ölümünü ölmekten başka bir şey değildir. Oğul Reiff için annesinin ölümü
bir “hadise” ise de, Sontag için kendi ölümü bir hadise değildir ve
olamaz da. Bu yalnızca ölüme-doğru-var olan kişinin deneyimleyebileceği
eksistensiyal bir fenomendir. Bunu yaşamda sadece var olmayı seçen
Sontag’ın yapabilmesi ise pek zor olmamıştır. Yine oğul Reiff’ın
gözlemlerine dayanarak, Sontag’ın öleceği ana kadar büyük bir azimle
yaşamayı sürdürdüğü ve her zamankinden daha çok çalıştığını söylemek
mümkündür. Ancak bu durumda bile öleceğinin yani artık var-olmayacağını
bilmenin sancısı ve acelesi gizlidir. Tam da bu yüzden ölüm en
bağlantısız ve en zati varlık imkânımız olarak önümüzde durur. Bir
geride kalan olarak David Reiff’ın gözlemleri ise tam da kitabın ismine
yakışır niteliktedir. Ölüme doğru giden annenin ardında kalan kocaman ve
dipsiz bir ölüm denizinde yüzmektedir. Bu ruh halini olduğu gibi dışa
vurabilmekse büyük bir samimiyet örneğidir ve Reiff’ın bunu son derece
samimi bir şekilde yapabildiğinin en önemli kanıtı olan bu kitap, çoğu
zaman geride kalanın cevapsız soruları ile köşeye sıkışan Reiff’ı okurla
dertleşmeye kadar götürür. Annesinin ölecek olmasını ve ölümünü
kabullenememe ve bunun doğurdu hırsı için okurdan özür dileyen David
Reiff, okuyucu için de tam da bu noktada başka bir deneyimleme alanı
oluşturur: annesinin ölümünü yaşayan oğulun deneyimi. Okuduğu çoğu
yapıtta seyirci rolünü üstlenen okurun bu durumda aynı koltukta oturması
mümkün değildir. Çünkü konu ölümdür ve herkes bir gün ölecektir. Var
olmamızın etrafını çepeçevre saran bu mefhumu hep düşünmemek, ertelemek
istesek de bir gün yanı başımızda buluveririz. David Reiff’ın bu
deneyimi bize tüm çıplaklığı ile anlatması okur ve her şeyden önemlisi
ölümlü varlıklar olarak canımızı sıksa da, ontolojik olarak bu deneyimi
yorumlamak bir okurun en önemli ayrıcalığıdır kanımca. Bunu yaşatmanın
edebi başarı olduğunu da hesaba katarsak, yirminci yüzyılın anlatım
ustası olan Susan Sontag’ın oğlunun annesinin mirasını devam ettirdiğini
söylemek tam anlamıyla mümkündür.
Devamı
YAZININ ORİNAL HALİ İÇİN TIKLAYIN:
VARLIK VE ZAMAN
MARTIN HEIDEGGER/ AGORA YAYINLARI
idefix'ten satın al!
“Açıkça
anlaşılıyor ki, varolan ifadesini kullanırken, tam olarak ne demek
istediğinizi uzunca zamandan beri biliyorsunuz ve hatta ona aşinasınız.
Bir zamanlar biz de biliyorduk, ama artık tereddüde düşmüş durumdayız.”
Platon, Sofistes
Varlığın anlamı sorusunu “Ben buna empati sorusu diyorum” diyerek bir kenara bırakan Heidegger Varlık ve Zaman’daki
asıl soruya odaklanır; “Varolan ifadesini kullandığımızda aslında ne
demek istiyoruz?” işte 1927 yılının başında yayınlanan “Varlık ve Zaman”
bu soruya odaklanmaktadır, hem de en temel biçimiyle…
Martin Heidegger’in Varlık ve Zaman’ı 1927 yılının başında dernekteki
öğrencileriyle gerçekleştirdiği bir buluşmada “Tıpkı en sevdiği gizli
oyuncağını gösteren bir çocuk gibi, tek kelime bile etmeden, beklentiler
içinde ortaya bıraktığını” anlatır Hermann Mörchen. Rudiger
Safranski’nin deyişiyle “Her şeyin söz konusu olduğu vaadinde bulunan
bir başlığa sahip olan” (Rudiger Safranski, Bir Alman Üstat: Heidegger,
çev. Ali Nalbant, Kabalcı Yayınevi, 2007) bu eser, dönemin felsefi
iklimine bir bomba gibi düşmüştü ve Heidegger bu parlamayı
Aristoteles’ten bu yana karanlığa “gömülü” olan “varlığın ne olduğu”
sorusunu yeniden sorarak gerçekleştiriyordu.
Muhteva bakımından yarım kalmış olan ancak anlatmak istedikleri
bakımından tam da bu yarım kalmışlığın “tamamlanmışlık” olarak karşılık
bulduğu Varlık ve Zaman Heidegger düşüncesinde kilit olma işlevini
yükleniyordu. Öyle ki bu eserdeki yarım kalan başlıkları sonraki
eserlerinde daha ayrıntılı bir incelemeye tabi tutmuş, asıl soru olan
varlığın anlamı sorusunu daha anlaşılır hale getirmek içinse ömrünün
geri kalanına ihtiyaç duymuştur.Varlık ve Zaman’ı dramaturjik bir
incelemeye tabi tutarsak eserin önsözü ile sonsözü arasında geçen
bölümlerin bir yere varmaktan ziyade bir yolda olma hali olduğu
söylenebilir. Bu yolun sonunun olması ya da sonunda bizi bir yere
götürmesi gerekmez. Önemli olan varlığın ne olduğu sorusunun teşkil
ettiği yolda yol alabilmektir ve yolu yol yapan da tam da bu yolda olma
halidir. Bu yüzden Heidegger önsözde “Bu risalenin şimdilik kaydıyla
hedefi, zamanı her türlü olası varlık anlayışının olası ufku olarak
yorumlamak olacaktır” derken, sonsözde “Yoksa bizatihi zaman kendini
varlığın ufku olarak mı açığa çıkarmaktadır?” diye sorar. Bu iki cümle
aynı anlama geliyor gibi görünüyorsa da farklıdır. Her şeyden önce
önsözü yazan Heidegger'le sonsözü yazan arasında muazzam bir fark
vardır, zaman içinde yol almanın dayanılmaz ağırlığı… Yolda olma
sırasında karşılaştığı durumları anlatmak için Almancanın olanaklarını
sonuna kadar kullandığı söylenebilir Heidegger’in. Bu durumu Türkçe
çeviride karşılaştığımız gündelik hayatta
kullanmadığımız-kullanamadığımız kavramlardan da anlamak mümkündür.
H.Kaan Ökten’ in büyük bir titizlikle dilimize aktardığı
İhtimam-göstermeklik, dünya-içinde-olma, oldum-olasılık,
el-altında-olmaklık… bu ve bunun gibi eserde yer alan daha bir çok
kavram Heidegger felsefesinin bir yönünü açığa çıkarmaktadır:
Fenomenolojik olarak kapalılığı açma kararlılığında olan Heidegger, bu
kapalılığı-açarken karşılaştığı zorlukların üstesinden ancak bu
kavramlarla gelebilmiştir. Kısacası logos ve hakikat bunu zorunlu
kılmıştır. Üniversitedeki dersinde bu durumu anlatırken; "Burada hantal
ve belki de çirkin kavramlar sokmak zorunda kalıyorsak, bu benim bir
tutkunluğum veya kendi terminolojime âşık olmamdan değildir, olguların
kendi zorlamasıdır” der ve ekler "Bunlara takılıp kalınmamalı!” Okuyucu
açısından bakıldığındaysa bu fenomenolojik yöntemin okuyucuda bir
yabancılaştırma sağladığını söylemek mümkündür. Bir Varlık olarak ben
içinde bulunduğum hallerin dışarıdan bir gözle hem de buz gibi
kavramlarla tanımlandığını görünce, o en yakınımda olanın aslında en
uzak olduğunu anlarım. Heidegger’in de anlatmak istediği budur;
Varlık’ın ne olduğunu bu zamana kadar o kadar bilindik ve yakınımızda
zannettik ki yüzyıllarca bu soruyu sormadan beklettik ve sonunda o en
uzağımızda duran bir soru haline geldi ve şimdi yapılması gereken bu
soruyu bulunduğu, içine bıraktığımız karanlıktan çekip çıkarmaktır. Bunu
yapabilmek içinse giriş niteliğinde bir irdelemeye gerek duyulmaktadır.
İşte Varlık ve Zaman bu irdelemeyi konu alır.
Varlık ve Zaman’da “Girişin girişi” olarak adlandırabileceğimiz ilk
kısım Varlık’ın ne olduğu sorusunun açığa çıkarılmasına ayrılmıştır.
Aslında Heidegger’in burada yaptığı varlığın ne olmadığını ortaya
koymaktan başka bir şey değildir. Bunu yaparken de bu zamana kadar
varlığın ne olduğuna ilişkin soruyu sormaya çalışan filozoflarla
(Descartes, Kant, Husserl…) uzun bir sohbete girişir ve böylelikle bu
sorunun neden bugüne kadar sorulamadığını açığa çıkarmaya çalışır.Varlık
ve zaman’ın İkinci ayrımına metinsel anlamda bakıldığında hem
incelediği konu hem de buna uygun olan anlatım şekli açısından birinci
ayrımdan ayrıldığını söylemek mümkündür kanımca. Her şeyden önce bu
bölüm düzyazısı itibari ile zamansal bir okumayı talep etmektedir
okuyucudan. Metin yapısı olarak barındırdığı hareketlilik aynı zamanda
sahihliği de içinde taşımakta ve okuyandan da böyle bir sahihliğe
yaraşır bir okuma talep etmektedir.
Genel olarak Varlık ve Zaman’ın yapısına bakıldığındaysa en önemli
nokta eserin bir soruyla bitiyor oluşudur. Ancak buradaki soru herhangi
bir soru değildir. Varlık ve Zaman ilintisini açığa çıkarmaya yarayan ve
aynı zamanda ikisinin özdeş olmadığını ortaya koyan “Yoksa bizatihi
zaman, kendini varlığın ufku olarak mı açığa çıkarmaktadır?” sorusu
okuyucu için ilk bakışta bir hayal kırıklığı gibi görünse de yazarla
yapılan bir işbirliğidir de aynı zamanda. Başta belirttiğimiz gibi eğer
Heidegger’in düşüncesini bir “yolda olma” hali olarak belirlersek
Varlık'ın ne olduğuna dair soruya yönelik çıktığımız yolculukta
birlikte-oluşumuzun sonlandığının ama yolun bitmediğinin en önemli
göstergesidir bu soruyu sorması. Çünkü sahih olarak bu soruyu düşünme,
herkesin kendi başına katetmesi gereken bir yoldur. Refakat bitmiştir…
Devamı