29 Eylül 2009 Salı

ÖLÜM DENİZİNDE YÜZME'NİN DAYANILMAZ AĞIRLIĞI







YAZININ ORİNAL HALİ İÇİN TIKLAYIN:
ÖLÜM DENİZİNDE YÜZMEK

DAVİD REİFF/ AGORA YAYINEVİ

idefix'ten satın al!
"…"Ve hiçbir rasyonel varlıkHissetmeyeceği ve görmeyeceği şeyden  korkamazDiyen bütün o aldatıcı zırvalarTam da bu değil mi korktuğumuz- görüntü yok, ses yokYok, hiçbir şey, sevecek ya da bağlantı kuracak,Hiç kimsenin geri dönmediği o uyuşukluktan başka."


"Dünyaya bir şey kattım. Bunun için de, ondan bir şey alacağım; Kendimi”…

Yirminci yüzyılın fotoğraf, edebiyat, sinema ve daha birçok alanında düşünce üretmiş olan ve kendi deyimiyle “dünyaya bir şey katan” Susan Sontag için yaşadığı yüzyılın aydını demek onu tanımlamak için yetmese de az da olmaz kanımca. Geride bıraktığı 17 kitap ve okuru sarsan üslubu ile akıllarda kalan ayrıcalıklı yeri bunu destekler niteliktedir. Türkçede ilk olarak fotoğraf üzerine yazdıkları ile tanıdığımız Sontag, bu alanda kendi oluşturduğu terminoloji ve bakış açısı ile görsel sanatlara yaklaşımda yeni ve ufuk açıcı bir kapı aralamıştır. Oğlunun deyimiyle hayatı yaşaması “arzulu” sözcüğü ile tanımlanabilecek ve hayatını bir kütüphaneyi doldururcasına yaşayan Sontag’ın kütüphanesi 2004 yılının aralık ayında bir daha açılmamacasına kapandı. Oğlu David Rieff’e ise geride kalanın cevapsız soruları ve kimsenin deneyimlemek istemeyeceği anıları kaldı.

Annesinin ölümünden ancak 4 yıl sonra kaleme aldığı “ölüm denizinde yüzmek” başlıklı anı kitabı ise Pınar Savaş çevirisiyle Agora yayınları tarafından dilimize kazandırıldı. Löseminin bir çeşidi olan ve tıpta MDS olarak bilinen hastalık, bundan önce 2 kez kanser olan(1970-meme kanseri, 1990- uterin kanseri) ve bunu hayatı yaşayarak atlatan Sontag’a bu kez izin vermeyerek onu aramızdan ayırdı. Oğul Reiff ise hastalığın teşhis edildiği andan itibaren tam dokuz ay boyunca annesinin yanındaydı. Başkasının ölümünü ontolojik olarak kavrayabilmek mümkün değilse de, geride kalanın deneyimleri açısından ölümlülüğü kavrayabilmek olarak tanımlayabileceğimiz durumu David Reiff’ın sonuna kadar yaşadığını söylemek yanlış olmaz. Annesinin ölüme doğru nasıl gittiğini bir oğlun kaleminden okumanın okur için de başka bir deneyim sahası oluşturduğunu söylemek pekâlâ mümkün. Her ölüm erken ölümdür sözünü doğrularcasına yaşanan bir sürecin dışavurumu olarak okunabilecek kitapta, oğul Reiff’ın, Sontag’ın ölüme giden bir Varlık olarak yaşadıklarını anlatamasa da ki bu mümkün değildir, en yakınındakinin ölümünü deneyimleyen biri olarak yaşadıklarını anlatabilmesi büyük bir cesaret ve ontolojik bir bakış olarak yorumlanabilir. Hayatı boyunca Elias Canetti ismi üzerinde çalışan ve onun iktidar ilişkilerini yorum teknikleriyle harmanlayan Sontag, aynı iktidar ilişkisini ölümünde de bizzat deneyimlemiştir. Hayatta sadece “var olmayı” seçen birinin ölüme doğru var olduğunu bile bile geride kalan her anı değerlendirmek isteğinin altında da bu iktidar yatmaktadır.

Kendi ölümünü bilmek çoğumuzun altında ezilebileceği bir durumken, Sontag için oğlunun gözlemlerine dayanarak söyleyebiliriz ki, kendi ölümünü ölmekten başka bir şey değildir. Oğul Reiff için annesinin ölümü bir “hadise” ise de, Sontag için kendi ölümü bir hadise değildir ve olamaz da. Bu yalnızca ölüme-doğru-var olan kişinin deneyimleyebileceği eksistensiyal bir fenomendir. Bunu yaşamda sadece var olmayı seçen Sontag’ın yapabilmesi ise pek zor olmamıştır. Yine oğul Reiff’ın gözlemlerine dayanarak, Sontag’ın öleceği ana kadar büyük bir azimle yaşamayı sürdürdüğü ve her zamankinden daha çok çalıştığını söylemek mümkündür. Ancak bu durumda bile öleceğinin yani artık var-olmayacağını bilmenin sancısı ve acelesi gizlidir. Tam da bu yüzden ölüm en bağlantısız ve en zati varlık imkânımız olarak önümüzde durur. Bir geride kalan olarak David Reiff’ın gözlemleri ise tam da kitabın ismine yakışır niteliktedir. Ölüme doğru giden annenin ardında kalan kocaman ve dipsiz bir ölüm denizinde yüzmektedir. Bu ruh halini olduğu gibi dışa vurabilmekse büyük bir samimiyet örneğidir ve Reiff’ın bunu son derece samimi bir şekilde yapabildiğinin en önemli kanıtı olan bu kitap, çoğu zaman geride kalanın cevapsız soruları ile köşeye sıkışan Reiff’ı okurla dertleşmeye kadar götürür. Annesinin ölecek olmasını ve ölümünü kabullenememe ve bunun doğurdu hırsı için okurdan özür dileyen David Reiff, okuyucu için de tam da bu noktada başka bir deneyimleme alanı oluşturur: annesinin ölümünü yaşayan oğulun deneyimi. Okuduğu çoğu yapıtta seyirci rolünü üstlenen okurun bu durumda aynı koltukta oturması mümkün değildir. Çünkü konu ölümdür ve herkes bir gün ölecektir. Var olmamızın etrafını çepeçevre saran bu mefhumu hep düşünmemek, ertelemek istesek de bir gün yanı başımızda buluveririz. David Reiff’ın bu deneyimi bize tüm çıplaklığı ile anlatması okur ve her şeyden önemlisi ölümlü varlıklar olarak canımızı sıksa da, ontolojik olarak bu deneyimi yorumlamak bir okurun en önemli ayrıcalığıdır kanımca. Bunu yaşatmanın edebi başarı olduğunu da hesaba katarsak, yirminci yüzyılın anlatım ustası olan Susan Sontag’ın oğlunun annesinin mirasını devam ettirdiğini söylemek tam anlamıyla mümkündür.
Devamı

14 Eylül 2009 Pazartesi

VARLIK VE ZAMAN ÜZERİNE






YAZININ ORİNAL HALİ İÇİN TIKLAYIN:
VARLIK VE ZAMAN

MARTIN HEIDEGGER/ AGORA YAYINLARI

idefix'ten satın al!
Açıkça anlaşılıyor ki, varolan ifadesini kullanırken, tam olarak ne demek istediğinizi uzunca zamandan beri biliyorsunuz ve hatta ona aşinasınız. Bir zamanlar biz de biliyorduk, ama artık tereddüde düşmüş durumdayız.”
Platon, Sofistes

Varlığın anlamı sorusunu “Ben buna empati sorusu diyorum” diyerek bir kenara bırakan Heidegger Varlık ve Zaman’daki asıl soruya odaklanır; “Varolan ifadesini kullandığımızda aslında ne demek istiyoruz?” işte 1927 yılının başında yayınlanan “Varlık ve Zaman” bu soruya odaklanmaktadır, hem de en temel biçimiyle…

Martin Heidegger’in Varlık ve Zaman’ı 1927 yılının başında dernekteki öğrencileriyle gerçekleştirdiği bir buluşmada “Tıpkı en sevdiği gizli oyuncağını gösteren bir çocuk gibi, tek kelime bile etmeden, beklentiler içinde ortaya bıraktığını” anlatır Hermann Mörchen. Rudiger Safranski’nin deyişiyle “Her şeyin söz konusu olduğu vaadinde bulunan bir başlığa sahip olan” (Rudiger Safranski, Bir Alman Üstat: Heidegger, çev. Ali Nalbant, Kabalcı Yayınevi, 2007) bu eser, dönemin felsefi iklimine bir bomba gibi düşmüştü ve Heidegger bu parlamayı Aristoteles’ten bu yana karanlığa “gömülü” olan “varlığın ne olduğu” sorusunu yeniden sorarak gerçekleştiriyordu.

Muhteva bakımından yarım kalmış olan ancak anlatmak istedikleri bakımından tam da bu yarım kalmışlığın “tamamlanmışlık” olarak karşılık bulduğu Varlık ve Zaman Heidegger düşüncesinde kilit olma işlevini yükleniyordu. Öyle ki bu eserdeki yarım kalan başlıkları sonraki eserlerinde daha ayrıntılı bir incelemeye tabi tutmuş, asıl soru olan varlığın anlamı sorusunu daha anlaşılır hale getirmek içinse ömrünün geri kalanına ihtiyaç duymuştur.Varlık ve Zaman’ı dramaturjik bir incelemeye tabi tutarsak eserin önsözü ile sonsözü arasında geçen bölümlerin bir yere varmaktan ziyade bir yolda olma hali olduğu söylenebilir. Bu yolun sonunun olması ya da sonunda bizi bir yere götürmesi gerekmez. Önemli olan varlığın ne olduğu sorusunun teşkil ettiği yolda yol alabilmektir ve yolu yol yapan da tam da bu yolda olma halidir. Bu yüzden Heidegger önsözde “Bu risalenin şimdilik kaydıyla hedefi, zamanı her türlü olası varlık anlayışının olası ufku olarak yorumlamak olacaktır” derken, sonsözde “Yoksa bizatihi zaman kendini varlığın ufku olarak mı açığa çıkarmaktadır?” diye sorar. Bu iki cümle aynı anlama geliyor gibi görünüyorsa da farklıdır. Her şeyden önce önsözü yazan Heidegger'le sonsözü yazan arasında muazzam bir fark vardır, zaman içinde yol almanın dayanılmaz ağırlığı… Yolda olma sırasında karşılaştığı durumları anlatmak için Almancanın olanaklarını sonuna kadar kullandığı söylenebilir Heidegger’in. Bu durumu Türkçe çeviride karşılaştığımız gündelik hayatta kullanmadığımız-kullanamadığımız kavramlardan da anlamak mümkündür. H.Kaan Ökten’ in büyük bir titizlikle dilimize aktardığı İhtimam-göstermeklik, dünya-içinde-olma, oldum-olasılık, el-altında-olmaklık… bu ve bunun gibi eserde yer alan daha bir çok kavram Heidegger felsefesinin bir yönünü açığa çıkarmaktadır: Fenomenolojik olarak kapalılığı açma kararlılığında olan Heidegger, bu kapalılığı-açarken karşılaştığı zorlukların üstesinden ancak bu kavramlarla gelebilmiştir. Kısacası logos ve hakikat bunu zorunlu kılmıştır. Üniversitedeki dersinde bu durumu anlatırken; "Burada hantal ve belki de çirkin kavramlar sokmak zorunda kalıyorsak, bu benim bir tutkunluğum veya kendi terminolojime âşık olmamdan değildir, olguların kendi zorlamasıdır” der ve ekler "Bunlara takılıp kalınmamalı!” Okuyucu açısından bakıldığındaysa bu fenomenolojik yöntemin okuyucuda bir yabancılaştırma sağladığını söylemek mümkündür. Bir Varlık olarak ben içinde bulunduğum hallerin dışarıdan bir gözle hem de buz gibi kavramlarla tanımlandığını görünce, o en yakınımda olanın aslında en uzak olduğunu anlarım. Heidegger’in de anlatmak istediği budur; Varlık’ın ne olduğunu bu zamana kadar o kadar bilindik ve yakınımızda zannettik ki yüzyıllarca bu soruyu sormadan beklettik ve sonunda o en uzağımızda duran bir soru haline geldi ve şimdi yapılması gereken bu soruyu bulunduğu, içine bıraktığımız karanlıktan çekip çıkarmaktır. Bunu yapabilmek içinse giriş niteliğinde bir irdelemeye gerek duyulmaktadır. İşte Varlık ve Zaman bu irdelemeyi konu alır.

Varlık ve Zaman’da “Girişin girişi” olarak adlandırabileceğimiz ilk kısım Varlık’ın ne olduğu sorusunun açığa çıkarılmasına ayrılmıştır. Aslında Heidegger’in burada yaptığı varlığın ne olmadığını ortaya koymaktan başka bir şey değildir. Bunu yaparken de bu zamana kadar varlığın ne olduğuna ilişkin soruyu sormaya çalışan filozoflarla (Descartes, Kant, Husserl…) uzun bir sohbete girişir ve böylelikle bu sorunun neden bugüne kadar sorulamadığını açığa çıkarmaya çalışır.Varlık ve zaman’ın İkinci ayrımına metinsel anlamda bakıldığında hem incelediği konu hem de buna uygun olan anlatım şekli açısından birinci ayrımdan ayrıldığını söylemek mümkündür kanımca. Her şeyden önce bu bölüm düzyazısı itibari ile zamansal bir okumayı talep etmektedir okuyucudan. Metin yapısı olarak barındırdığı hareketlilik aynı zamanda sahihliği de içinde taşımakta ve okuyandan da böyle bir sahihliğe yaraşır bir okuma talep etmektedir.

Genel olarak Varlık ve Zaman’ın yapısına bakıldığındaysa en önemli nokta eserin bir soruyla bitiyor oluşudur. Ancak buradaki soru herhangi bir soru değildir. Varlık ve Zaman ilintisini açığa çıkarmaya yarayan ve aynı zamanda ikisinin özdeş olmadığını ortaya koyan “Yoksa bizatihi zaman, kendini varlığın ufku olarak mı açığa çıkarmaktadır?” sorusu okuyucu için ilk bakışta bir hayal kırıklığı gibi görünse de yazarla yapılan bir işbirliğidir de aynı zamanda. Başta belirttiğimiz gibi eğer Heidegger’in düşüncesini bir “yolda olma” hali olarak belirlersek Varlık'ın ne olduğuna dair soruya yönelik çıktığımız yolculukta birlikte-oluşumuzun sonlandığının ama yolun bitmediğinin en önemli göstergesidir bu soruyu sorması. Çünkü sahih olarak bu soruyu düşünme, herkesin kendi başına katetmesi gereken bir yoldur. Refakat bitmiştir…
Devamı
Tema resimleri Ollustrator tarafından tasarlanmıştır. Blogger tarafından desteklenmektedir.

© 2011 Zeynep Ceylan, AllRightsReserved.

Designed by ScreenWritersArena | Türkçeleştiren: Furkan Özden