YAZININ ORİNAL HALİ İÇİN TIKLAYIN:
ÖLÜM DENİZİNDE YÜZMEK
DAVİD REİFF/ AGORA YAYINEVİ
idefix'ten satın al!
"…"Ve
hiçbir rasyonel varlıkHissetmeyeceği ve görmeyeceği
şeyden korkamazDiyen bütün o aldatıcı zırvalarTam da bu değil mi
korktuğumuz- görüntü yok, ses yokYok, hiçbir şey, sevecek ya da bağlantı
kuracak,Hiç kimsenin geri dönmediği o uyuşukluktan başka."
"Dünyaya bir şey kattım. Bunun için de, ondan bir şey alacağım; Kendimi”…
Yirminci yüzyılın fotoğraf, edebiyat, sinema ve daha birçok alanında düşünce üretmiş olan ve kendi deyimiyle “dünyaya bir şey katan” Susan Sontag
için yaşadığı yüzyılın aydını demek onu tanımlamak için yetmese de az
da olmaz kanımca. Geride bıraktığı 17 kitap ve okuru sarsan üslubu ile
akıllarda kalan ayrıcalıklı yeri bunu destekler niteliktedir. Türkçede
ilk olarak fotoğraf üzerine yazdıkları ile tanıdığımız Sontag, bu alanda
kendi oluşturduğu terminoloji ve bakış açısı ile görsel sanatlara
yaklaşımda yeni ve ufuk açıcı bir kapı aralamıştır. Oğlunun deyimiyle
hayatı yaşaması “arzulu” sözcüğü ile tanımlanabilecek ve hayatını bir
kütüphaneyi doldururcasına yaşayan Sontag’ın kütüphanesi 2004 yılının
aralık ayında bir daha açılmamacasına kapandı. Oğlu David Rieff’e ise
geride kalanın cevapsız soruları ve kimsenin deneyimlemek istemeyeceği
anıları kaldı.
Annesinin ölümünden ancak 4 yıl sonra kaleme aldığı “ölüm denizinde
yüzmek” başlıklı anı kitabı ise Pınar Savaş çevirisiyle Agora yayınları
tarafından dilimize kazandırıldı. Löseminin bir çeşidi olan ve tıpta MDS
olarak bilinen hastalık, bundan önce 2 kez kanser olan(1970-meme
kanseri, 1990- uterin kanseri) ve bunu hayatı yaşayarak atlatan Sontag’a
bu kez izin vermeyerek onu aramızdan ayırdı. Oğul Reiff ise hastalığın
teşhis edildiği andan itibaren tam dokuz ay boyunca annesinin
yanındaydı. Başkasının ölümünü ontolojik olarak kavrayabilmek mümkün
değilse de, geride kalanın deneyimleri açısından ölümlülüğü
kavrayabilmek olarak tanımlayabileceğimiz durumu David Reiff’ın sonuna
kadar yaşadığını söylemek yanlış olmaz. Annesinin ölüme doğru nasıl
gittiğini bir oğlun kaleminden okumanın okur için de başka bir deneyim
sahası oluşturduğunu söylemek pekâlâ mümkün. Her ölüm erken ölümdür
sözünü doğrularcasına yaşanan bir sürecin dışavurumu olarak okunabilecek
kitapta, oğul Reiff’ın, Sontag’ın ölüme giden bir Varlık olarak
yaşadıklarını anlatamasa da ki bu mümkün değildir, en yakınındakinin
ölümünü deneyimleyen biri olarak yaşadıklarını anlatabilmesi büyük bir
cesaret ve ontolojik bir bakış olarak yorumlanabilir. Hayatı boyunca
Elias Canetti ismi üzerinde çalışan ve onun iktidar ilişkilerini yorum
teknikleriyle harmanlayan Sontag, aynı iktidar ilişkisini ölümünde de
bizzat deneyimlemiştir. Hayatta sadece “var olmayı” seçen birinin ölüme
doğru var olduğunu bile bile geride kalan her anı değerlendirmek
isteğinin altında da bu iktidar yatmaktadır.
Kendi ölümünü bilmek çoğumuzun altında ezilebileceği bir durumken,
Sontag için oğlunun gözlemlerine dayanarak söyleyebiliriz ki, kendi
ölümünü ölmekten başka bir şey değildir. Oğul Reiff için annesinin ölümü
bir “hadise” ise de, Sontag için kendi ölümü bir hadise değildir ve
olamaz da. Bu yalnızca ölüme-doğru-var olan kişinin deneyimleyebileceği
eksistensiyal bir fenomendir. Bunu yaşamda sadece var olmayı seçen
Sontag’ın yapabilmesi ise pek zor olmamıştır. Yine oğul Reiff’ın
gözlemlerine dayanarak, Sontag’ın öleceği ana kadar büyük bir azimle
yaşamayı sürdürdüğü ve her zamankinden daha çok çalıştığını söylemek
mümkündür. Ancak bu durumda bile öleceğinin yani artık var-olmayacağını
bilmenin sancısı ve acelesi gizlidir. Tam da bu yüzden ölüm en
bağlantısız ve en zati varlık imkânımız olarak önümüzde durur. Bir
geride kalan olarak David Reiff’ın gözlemleri ise tam da kitabın ismine
yakışır niteliktedir. Ölüme doğru giden annenin ardında kalan kocaman ve
dipsiz bir ölüm denizinde yüzmektedir. Bu ruh halini olduğu gibi dışa
vurabilmekse büyük bir samimiyet örneğidir ve Reiff’ın bunu son derece
samimi bir şekilde yapabildiğinin en önemli kanıtı olan bu kitap, çoğu
zaman geride kalanın cevapsız soruları ile köşeye sıkışan Reiff’ı okurla
dertleşmeye kadar götürür. Annesinin ölecek olmasını ve ölümünü
kabullenememe ve bunun doğurdu hırsı için okurdan özür dileyen David
Reiff, okuyucu için de tam da bu noktada başka bir deneyimleme alanı
oluşturur: annesinin ölümünü yaşayan oğulun deneyimi. Okuduğu çoğu
yapıtta seyirci rolünü üstlenen okurun bu durumda aynı koltukta oturması
mümkün değildir. Çünkü konu ölümdür ve herkes bir gün ölecektir. Var
olmamızın etrafını çepeçevre saran bu mefhumu hep düşünmemek, ertelemek
istesek de bir gün yanı başımızda buluveririz. David Reiff’ın bu
deneyimi bize tüm çıplaklığı ile anlatması okur ve her şeyden önemlisi
ölümlü varlıklar olarak canımızı sıksa da, ontolojik olarak bu deneyimi
yorumlamak bir okurun en önemli ayrıcalığıdır kanımca. Bunu yaşatmanın
edebi başarı olduğunu da hesaba katarsak, yirminci yüzyılın anlatım
ustası olan Susan Sontag’ın oğlunun annesinin mirasını devam ettirdiğini
söylemek tam anlamıyla mümkündür.
Devamı
YAZININ ORİNAL HALİ İÇİN TIKLAYIN:
VARLIK VE ZAMAN
MARTIN HEIDEGGER/ AGORA YAYINLARI
idefix'ten satın al!
“Açıkça
anlaşılıyor ki, varolan ifadesini kullanırken, tam olarak ne demek
istediğinizi uzunca zamandan beri biliyorsunuz ve hatta ona aşinasınız.
Bir zamanlar biz de biliyorduk, ama artık tereddüde düşmüş durumdayız.”
Platon, Sofistes
Varlığın anlamı sorusunu “Ben buna empati sorusu diyorum” diyerek bir kenara bırakan Heidegger Varlık ve Zaman’daki
asıl soruya odaklanır; “Varolan ifadesini kullandığımızda aslında ne
demek istiyoruz?” işte 1927 yılının başında yayınlanan “Varlık ve Zaman”
bu soruya odaklanmaktadır, hem de en temel biçimiyle…
Martin Heidegger’in Varlık ve Zaman’ı 1927 yılının başında dernekteki
öğrencileriyle gerçekleştirdiği bir buluşmada “Tıpkı en sevdiği gizli
oyuncağını gösteren bir çocuk gibi, tek kelime bile etmeden, beklentiler
içinde ortaya bıraktığını” anlatır Hermann Mörchen. Rudiger
Safranski’nin deyişiyle “Her şeyin söz konusu olduğu vaadinde bulunan
bir başlığa sahip olan” (Rudiger Safranski, Bir Alman Üstat: Heidegger,
çev. Ali Nalbant, Kabalcı Yayınevi, 2007) bu eser, dönemin felsefi
iklimine bir bomba gibi düşmüştü ve Heidegger bu parlamayı
Aristoteles’ten bu yana karanlığa “gömülü” olan “varlığın ne olduğu”
sorusunu yeniden sorarak gerçekleştiriyordu.
Muhteva bakımından yarım kalmış olan ancak anlatmak istedikleri
bakımından tam da bu yarım kalmışlığın “tamamlanmışlık” olarak karşılık
bulduğu Varlık ve Zaman Heidegger düşüncesinde kilit olma işlevini
yükleniyordu. Öyle ki bu eserdeki yarım kalan başlıkları sonraki
eserlerinde daha ayrıntılı bir incelemeye tabi tutmuş, asıl soru olan
varlığın anlamı sorusunu daha anlaşılır hale getirmek içinse ömrünün
geri kalanına ihtiyaç duymuştur.Varlık ve Zaman’ı dramaturjik bir
incelemeye tabi tutarsak eserin önsözü ile sonsözü arasında geçen
bölümlerin bir yere varmaktan ziyade bir yolda olma hali olduğu
söylenebilir. Bu yolun sonunun olması ya da sonunda bizi bir yere
götürmesi gerekmez. Önemli olan varlığın ne olduğu sorusunun teşkil
ettiği yolda yol alabilmektir ve yolu yol yapan da tam da bu yolda olma
halidir. Bu yüzden Heidegger önsözde “Bu risalenin şimdilik kaydıyla
hedefi, zamanı her türlü olası varlık anlayışının olası ufku olarak
yorumlamak olacaktır” derken, sonsözde “Yoksa bizatihi zaman kendini
varlığın ufku olarak mı açığa çıkarmaktadır?” diye sorar. Bu iki cümle
aynı anlama geliyor gibi görünüyorsa da farklıdır. Her şeyden önce
önsözü yazan Heidegger'le sonsözü yazan arasında muazzam bir fark
vardır, zaman içinde yol almanın dayanılmaz ağırlığı… Yolda olma
sırasında karşılaştığı durumları anlatmak için Almancanın olanaklarını
sonuna kadar kullandığı söylenebilir Heidegger’in. Bu durumu Türkçe
çeviride karşılaştığımız gündelik hayatta
kullanmadığımız-kullanamadığımız kavramlardan da anlamak mümkündür.
H.Kaan Ökten’ in büyük bir titizlikle dilimize aktardığı
İhtimam-göstermeklik, dünya-içinde-olma, oldum-olasılık,
el-altında-olmaklık… bu ve bunun gibi eserde yer alan daha bir çok
kavram Heidegger felsefesinin bir yönünü açığa çıkarmaktadır:
Fenomenolojik olarak kapalılığı açma kararlılığında olan Heidegger, bu
kapalılığı-açarken karşılaştığı zorlukların üstesinden ancak bu
kavramlarla gelebilmiştir. Kısacası logos ve hakikat bunu zorunlu
kılmıştır. Üniversitedeki dersinde bu durumu anlatırken; "Burada hantal
ve belki de çirkin kavramlar sokmak zorunda kalıyorsak, bu benim bir
tutkunluğum veya kendi terminolojime âşık olmamdan değildir, olguların
kendi zorlamasıdır” der ve ekler "Bunlara takılıp kalınmamalı!” Okuyucu
açısından bakıldığındaysa bu fenomenolojik yöntemin okuyucuda bir
yabancılaştırma sağladığını söylemek mümkündür. Bir Varlık olarak ben
içinde bulunduğum hallerin dışarıdan bir gözle hem de buz gibi
kavramlarla tanımlandığını görünce, o en yakınımda olanın aslında en
uzak olduğunu anlarım. Heidegger’in de anlatmak istediği budur;
Varlık’ın ne olduğunu bu zamana kadar o kadar bilindik ve yakınımızda
zannettik ki yüzyıllarca bu soruyu sormadan beklettik ve sonunda o en
uzağımızda duran bir soru haline geldi ve şimdi yapılması gereken bu
soruyu bulunduğu, içine bıraktığımız karanlıktan çekip çıkarmaktır. Bunu
yapabilmek içinse giriş niteliğinde bir irdelemeye gerek duyulmaktadır.
İşte Varlık ve Zaman bu irdelemeyi konu alır.
Varlık ve Zaman’da “Girişin girişi” olarak adlandırabileceğimiz ilk
kısım Varlık’ın ne olduğu sorusunun açığa çıkarılmasına ayrılmıştır.
Aslında Heidegger’in burada yaptığı varlığın ne olmadığını ortaya
koymaktan başka bir şey değildir. Bunu yaparken de bu zamana kadar
varlığın ne olduğuna ilişkin soruyu sormaya çalışan filozoflarla
(Descartes, Kant, Husserl…) uzun bir sohbete girişir ve böylelikle bu
sorunun neden bugüne kadar sorulamadığını açığa çıkarmaya çalışır.Varlık
ve zaman’ın İkinci ayrımına metinsel anlamda bakıldığında hem
incelediği konu hem de buna uygun olan anlatım şekli açısından birinci
ayrımdan ayrıldığını söylemek mümkündür kanımca. Her şeyden önce bu
bölüm düzyazısı itibari ile zamansal bir okumayı talep etmektedir
okuyucudan. Metin yapısı olarak barındırdığı hareketlilik aynı zamanda
sahihliği de içinde taşımakta ve okuyandan da böyle bir sahihliğe
yaraşır bir okuma talep etmektedir.
Genel olarak Varlık ve Zaman’ın yapısına bakıldığındaysa en önemli
nokta eserin bir soruyla bitiyor oluşudur. Ancak buradaki soru herhangi
bir soru değildir. Varlık ve Zaman ilintisini açığa çıkarmaya yarayan ve
aynı zamanda ikisinin özdeş olmadığını ortaya koyan “Yoksa bizatihi
zaman, kendini varlığın ufku olarak mı açığa çıkarmaktadır?” sorusu
okuyucu için ilk bakışta bir hayal kırıklığı gibi görünse de yazarla
yapılan bir işbirliğidir de aynı zamanda. Başta belirttiğimiz gibi eğer
Heidegger’in düşüncesini bir “yolda olma” hali olarak belirlersek
Varlık'ın ne olduğuna dair soruya yönelik çıktığımız yolculukta
birlikte-oluşumuzun sonlandığının ama yolun bitmediğinin en önemli
göstergesidir bu soruyu sorması. Çünkü sahih olarak bu soruyu düşünme,
herkesin kendi başına katetmesi gereken bir yoldur. Refakat bitmiştir…
Devamı