28 Haziran 2010 Pazartesi

HEIDEGGER'İN GÖLGESİ'NDE





YAZININ ORİNAL HALİ İÇİN TIKLAYIN:

Heiddeger'in Gölgesi

Jose Pablo Feinmann / Doğan Kitapçılık
idefix'ten satın al!

"Büyük olan her şey fırtınada ayakta durur"
MARTIN HEIDEGGER

Heidegger ve Nazizm... Bir filozof ve bir ideoloji... Felsefe ve siyaset... Çağımızın en büyük felsefi tartışmalarından biri de bu birliktelik üzerine yoğunlaşıyor demek yanlış olmaz herhalde. Sadece bu konu hakkında yazılan yüzlerce makale ve hatta kitaplar da bunu doğrular nitelikte kanımca. Bir tarafta 1933’lerin Almanya’sında Nazi ideolojisinden taraf olmanın bir seçim değil zorunluluk olduğunu ve Martin Heidegger’in de bu zorunluluğa kapıldığını iddia edenler, öteki tarafta ise çağımızda “Varlık” sorusunu tekrar gündeme getiren bir filozofun “Varlık”ı yok etmek üzerine kurulu bir ideolojiye gönül vermesini talihsizlik olarak niteleyenler... Her iki yaklaşım keskin sınırlar ve kanılar barındırsa da durum ya o ya bu kabilinden çözülebilecek bir içeriğe sahip değilmiş gibi görünüyor. Jose Pablo Feinmann’ın “Heidegger’in Gölgesi” isimli felsefi romanı da hep uçlarda değerlendirilen bu probleme kurmaca – gerçek arası bir pencereden bakan bir çalışma olarak karşımıza çıkıyor. Geçtiğimiz yıl Doğan Kitap tarafından basılan eser, bu konuda Türkiye’de sayısı oldukça az olan çalışmalara yeni bir soluk getireceğe benziyor.

“Platon’u çeken siyasetti. Platon okuyan Martin Heidegger’i ise siyaset henüz çekmiyordu. Gündelik siyaset onun için sadece “boş marifetlilikti...” Rudiger Safranski biyografik çalışması “Bir Alman Üstat- Heidegger” de filozofun ilk dönemlerini böyle tanımlar. Her ne kadar gündelik siyasetten uzak dursa da sahih tarihin gerçekleşme ihtimali yine siyasetin içerisindedir Heidegger’e göre. Platon’un tasvir ettiği mağaradan çıkışın yollarını arayan Heidegger’in emin olduğu tek şey bu çıkışın topluca yani milletçe olacağıdır. 1931-32 yılları arasında verdiği Platon derslerinde de “ Başlangıcında durduğumuz insan varlığının kökten değişiminden ve bu değişim ile birlikte var olanın daha fazla var olacağından” bahseder. Her ne kadar arkadaşı Hermann Mörchen o yıllarda Heidegger’in NSDAP( Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi)’den taraf olmasını sadece siyasi bir fikir olarak tanımlasa da Heidegger’in niyeti bu fikri realize etmek üzerine kuruludur. Yine aynı derste “Bunun hakkında daha fazla konuşulmayacaktır, sadece yapılacaktır” demesi de bu niyeti doğrular niteliktedir. Filozofun henüz eyleme geçmediği bu dönemde kitabımızın kahramanı Dieter Müller de bu derslere katılanlar arasındadır.

Jose Pablo Feinmann Müller’in başta öğrencisi sonra meslektaşı olduğu Heidegger hakkındaki düşüncelerini kitabın ilk bölümünü oluşturan oğluna yazdığı mektupla okuyucuya iletir. Dieter’in mektup içerisinde sürekli öğütlediği şey oğlunun Varlık ve Zaman’ı okumasıdır. Her şeyin çözümünün bu kitapta olduğunu iddia eder Müller. Heidegger ve Nazizm konusunun açıklaması bile bu kitaptadır. Müller’e göre Heidegger’in seçimi çağın en büyük felsefi eserlerinden biri olan Varlık ve Zaman’ın içerisindeki fikirleri gerçekleştirmekten başka bir şey değildir. Heidegger Hitler de felsefi bir şeyler görmüştü ve bu gördükleri onu harekete geçirmeye yetmişti Müller’e göre.

Duruma tarihsel olarak bakıldığında bu inancı sadece Heidegger’in beslemediği de görülecektir. 1933 yılında yapılan seçimlerde sosyal demokratlar ve hemen tutuklanan komünistler dışında herkesin hatta Yahudilerin bile Hitler rejimi lehinde oy kullanması da bunu doğrular niteliktedir. Heidegger’in kurduğu felsefe sahnesinin içinde başrol Hitler’dedir. Varlık nihayet vasıl olmuştur. Artık harekete geçmenin zamanıdır. 1 Mayıs 1933’te Heidegger Nazi rejimi altındaki Almanya’da Freiburg Üniversitesi rektörü olur. Rektörlük konuşmasını yaptığı gün, o zamana kadar siyaset konuşulmayan üniversite için bir dönüm noktasıdır. Bu önemli konuşmanın etkisini “Rektörlük konuşması sonrası Sokrates öncesi filozoflara mı dönmeli yoksa SA’ ya mı katılmalı kimse bilemedi” diye tanımlar Karl Löwith.

Feimann’ın kahramanı Dieter Müller de bu konuşma sonrası böyle bir ayrım yaşar ve kararını verir. Oğluna bu kararını “Ertesi gün Nazi oldum” diye anlatır. Heidegger’in rektörlüğü döneminde Miller de Tarih Kürsüsü’ne atanır. Müller’in Heidegger ile ilk karşılaşması da bu göreve getirildiği gün olur. Filozofla uzun uzun Marksizm’den konuşurlar. Hitler ideolojisinin baş düşmanı Marx hakkında filozof oldukça olumlu düşünceler içerisindedir. Hatta Varlık ve Zaman’a Marx’ın etkisi olduğunu bile itiraf eder. Konuşma sonrası bir kere daha görüşeceklerinin müjdesini verir Heidegger ama önce verilmiş sözleri halletmesi gerektiğini söyler. Verilmiş sözler... Martin Heidegger’in Nazi ideolojisi içerisindeki yerini bu iki kelime tanımlamaktadır. Verdiği sözler vardır ve bu sözleri milletine bağlı bir Varlık olarak rektörlüğü boyunca yerine getirmeye çabalar. Ancak hiçbir zaman Yahudilere karşı yapılan eylemlere katılmaz ve üniversitede de bunlara izin vermez. İdeoloji kararını vermiştir, Heidegger siyasette başarısızdır. Ancak bu başarısızlığı çok daha önce Heidegger anlar ve kafasındaki üniversiteyi şekillendiremeyeceğine karar verince 1934 Nisan ayında istifa eder. Sadece üç ay sonra Hitler SA’lara infaz emrini verir. Martin Heidegger bunu sezdiği için mi istifa etti bilinmez ama Varlık kararını tam zamanında vermiştir.

Dieter Müller ise böyle bir kararın çok uzağında ve inisiyatifsizdir. Görevine devam eder… Kendisine hizmet edenleri bir bir alaşağı eden SA’ler Heidegger’e bir şey yapmazlar. Çünkü o Nazi bile olamamıştır onlara göre. Müler ise bunun tam aksini savunur: “ Nasyonal Sosyalizm, tam onun söylediği şeydi. Nazizm’i de Heidegger kadar anlayan olmamıştı. Nazizm eğer yüceliğine ulaşmadıysa, ulaşmayı bilemediyse, ulaşamadıysa bu ayrı bir hikâye! Nazizm Rosenberg’in Baumler’in ya da Goebbels’in ırkçı biyologlarının metinlerinde rezilleştiyse, büyük Nietzsche’nin yanlış ve sıradan bir versiyonu ortaya çıktıysa, bunda Heidegger’in bir suçu yok. O hareketimizi, ırklarla ilgili gevezelikten çok, ontolojiden, var olmanın unutulmuş öyküsünden yola çıkarak düşünüyordu.” Heidegger doğru olanı yapmış ve köşesine çekilmişti. Artık yaşananları uzaktan izleyecek ve derslerinde sadece Mantık anlatacaktı. Müller için ise durum böyle değildi. Naziler onun için de yakalama emri çıkartmışlardı. Tek çare vardı, kaçmak... Önce Fransa’ya ardından Madrid’e kaçan Müller mekân değiştirse de kafasındaki suçluluktan bir türlü kurtulamaz. İnsanları gaz odalarına kendi rızalarıyla götürüp, zehirleyen ve bir ölüm makinesine dönüşen ideolojiye az da olsa hizmet etmek yakasını bırakmaz. Eleştirel vicdanı Müller’i bir Yahudi’nin fotoğrafında yakalar. Gaz odasına götürülen ve artık yürüyen bir cesede dönüşmüş varlığa söyleyecek sözü kalmaz. Fotoğraftaki manzaradan özür dilemek bile yetersizdir. Varlık ölmez, sadece varlık olmaktan vazgeçer...

Geride kalansa bir fotoğraf ve bir silahtır. Kitabın birinci bölümünü oluşturan mektubun muhatabı Martin Müller için hesaplaşma zamanıdır. Heidegger bu konuda hep susmuştu. Her ne kadar kimse artık onun Nazi olduğunu hatırlamasa da ölümüne kadar partinin üyesi olmayı sürdürmüştü. “Ama artık konuşmak zorundadır. Çünkü masada namlusu ona doğru çevrilmiş bir Luger durmaktadır...”

“Heidegger neden Nazi olmuştu? Bu bir seçim miydi? Rektörlüğü kabul etme sebebi neydi? Milyonlarca insan ölürken o neden sessiz kalmıştı? Hiç pişman olmuş muydu?” Türk okuyucusunun “Kurbanın Son Günü” eseriyle tanıdığı Jose Pablo Feinmann, kahramanı Martin Müller aracılığıyla kurmaca penceresinden bu sorulara yanıt ararken, iktidar ve entelektüeller arasındaki ilişkiyi, mutlak gerçekliğin kuşkulu yanını, dehşetin akla uyduruluşunu ve zekânın aldatıcı yönünü sorguluyor. 

Felsefe tarihinin en önemli isimlerinden birini, tarihin en büyük “Entelektüel Zanlı”sını sorguya çeken “Heidegger’in Gölgesi” bir korku hikâyesi olarak da okunabilecek tarihsel- felsefi bir roman olarak kusursuz Türkçesiyle okuyucularını bekliyor...
Devamı

14 Haziran 2010 Pazartesi

AMANSIZ BİR ONTOLOG/ MARTIN HEIDEGGER





YAZININ ORİNAL HALİ İÇİN TIKLAYIN:

Heidegger

Metin Bal, Özgür Aktok / Doğu Batı Yayınları
idefix'ten satın al!

“Varlık var olamaz. Eğer olsaydı, o zaman varlık olmaktan çıkar, bir var olan olurdu”
Martin Heidegger

“Bir isimden fazlası yoktu aslında ortada; ama bu isim Almanya’yı baştanbaşa adeta gizemli bir kral hakkındaki söylenti gibi dolaşmaktaydı...” Hannah Arendt’in bu sözleri 20. yüzyılın ilk çeyreğinde Avrupa’daki düşünsel iklimin içinde birdenbire ortaya çıkan ve yüzyılın felsefesini yeniden başlatan bir filozofun öyküsünün başlangıç cümleleri aslında. Geçtiğimiz aylarda Özgür Aktok ve Metin Bal editörlüğünde hazırlanan ve Doğu-Batı Yayınları’ndan çıkan “Heidegger” derlemesi de bu öykünün nasıl başladığı ve günümüze kadar nasıl geldiğini okuyucuya son derece itinalı bir biçimde ulaştırıyor.

“Heidegger” derlemesinin hem Türkçedeki derlemeler içinde en kapsamlısı olması, hem de içinde yer alan makalelerin ilk kez yayınlanıyor olması açısından oldukça yoğun bir çalışmanın ürünü olduğunu söylemek mümkün. Bu yoğun çalışmanın odak noktasının çeviri üzerine yoğunlaşması ise kaçınılmaz bir durum olarak okuyucuya sunuluyor. Bu yüzden derlemenin mimarlarından Özgür Altıok giriş yazısında daha çok bu nokta üzerinde durmakta. Felsefesinin temeline “Dil” olgusunu yerleştiren ve felsefeyi “Dil ile düşünme” etkinliği olarak yorumlayan Heidegger’in de bundaki payı yadsınamaz elbette.

Altıok’u devamla gelen Türk okuyucusunun yakından tanıdığı Önay Sözer’in makalesi ise dil ve felsefi çeviri etkinliğini tüm ayrıntılarıyla inceliyor. “Biz bilmesek de dil varlıkla doğrudan doğruya bir ilişki içerisindedir; dinlemesek de dil varlığı söyler” şiarından yola çıkan Sözer, dil, düşünme ve deneyim üçlüsü bağlamında Heidegger felsefesi ve bu felsefenin Türkçeye aktarılma yollarını “Patikalar”dan geçerek yorumluyor. Heidegger’deki “Düşünen Çeviri” etkinliğinin sadece felsefede değil çevirinin tüm alanlarındaki önemine değinilen makalede Türkçe çeviride oldukça tartışmalı olan  “Varlık” kavramının da nasıl çevrilmesi gerektiğine hatırı sayılır bir yer veriliyor.  “Dil varlığın evidir” diyen Heidegger’e bir nevi saygı duruşu niteliğindeki bu yazı derlemenin başlangıcını oluşturmakta.

Derlemenin diğer makaleleri içerisinde en çok dikkati çeken ise Heidegger’in öğrencisi ve 20. yüzyıl siyaset felsefesinin önde gelen ismi Hannah Arendt’in “Heidegger’in Sekseninci Doğum günü Vesilesiyle” başlıklı makalesi elbette. Heidegger ile ilişkileri bugüne kadar daha çok magazinsel anlamda ele alınan Arendt, bu yazısında filozofun felsefesini en iyi anlayanlardan biri olduğunu da okuyucuya gösteriyor.  Kısmen biyografik kısmen de felsefi bir inceleme altında Heidegger düşüncesini inceleyen Arendt, bu düşünceyi hayat öyküsü ile iç içe geçirerek bir dönem tasviri ile okuyuculara ulaştırıyor. Bununla birlikte önemi uzun yıllar sürecek olan bu makalesi ile Arendt, 20. yüzyılın ilk çeyreğinde can çekişen ve akademik yaşantının içinde boğulan felsefenin, akademik kuramın dışındaki bir kaynaktan nasıl beslendiği sorusuna da yanıt veriyor.

Heidegger çalışmalarına yeni bir yön verecek olan bu eşsiz derlemenin içerisinde filozofun bu zamana kadar yayınlanmamış makaleleri de okuyucusuyla buluşuyor. “Uzam”ın metafiziğin bilim ve teknik kılığında karşımıza çıkan çağdaş yorumunun incelendiği “Sanat ve Uzam” makalesi, “Kant’ın Varlık Tezi”, “Varlık ve Görünüş” makaleleri bunlardan sadece birkaçı.

Bunun yanında; Parvis Emad’ın “Teknoloji ve Güç İstenci” makalesi, istenç istencinin nasıl olup da varlığın bir görünme biçimi olarak ortaya çıktığını ve bunun teknoloji yoluyla tamamına eren metafizikle ve ontolojiyle olan ilişkisini mercek altına yatırırken, Theodore Kisiel’in “Heidegger ve Bilimin Yeni İmgeleri” makalesi filozofun bilimin katı, varolanı tektipleştiren pozitif anlayışına yönelttiği eleştiriyi ele alıyor. Catherine Chavalley ise “Heidegger ve Doğa bilimleri” başlıklı makalesi ile Heideggerin 20. yüzyılın ilk yarısında ortaya çıkan Kuantum Fiziği ile girdiği diyaloğu gündeme getiriyor.

Jean Marie Waysse’nin “Heidegger ve Alman İdealizmi” yazısı bir yandan Heideger’in Kant ve Alman İdealizminin düşünürleri ile olan ilişkisini aydınlatırken, öbür yandan metafizikteki nihai, güven duyulabilecek bu temel arayışın Heidegger felsefesi bağlamında nasıl yorumlanması gerektiği konusunda bize önemli ipuçları sunuyor. Dallmayr’ın “Var Olmaya Bırakma ve Eyleme” yazısı Heidegger felsefesinin ne ölçüde bir çeşit pragmatizm olarak okunabileceği sorusuna odaklanırken, Klaus Held’in makalesi filozofun eserlerinin çevirisindeki kavram kargaşasına dikkati çekiyor.

Tüm bunların yanında Heidegger’in erken dönem felsefesini inceleyen makalelere de yer verilen derlemede Rudolf Makreel filozofun otantizm anlayışını incelerken, Michael Eldred “Marx ile Heidegger ilişkisi” başlıklı makalesinde filozofun Marx yorumunu masaya yatırıyor. Bu kadar değerli ismi bir araya getiren bir derlemede filozofa en bağlı öğrencilerinden biri olan Gadamer’e yer vermemek olmazdı herhalde. Hakikat ve Yöntem eserinin çoğu kısmında hocasına ithaflarda bulunan Gadamer, derlemede yer alan “Sanat Yapıtının Doğruluğu” makalesinde de iki filozofun arasındaki kimyayı gözler önüne seriyor. 

Düşünceyi mesken tutmuş bir filozofun patikalarından derlenmiş bu önemli metinler, Heidegger Felsefesi’nden ziyade yüzyılımızın felsefi iklimini oluşturan bir “Heidegger Düşünüşü”ne giden yolun duraklarını oluşturuyor. Heidegger’in felsefesiyle bizleri çağırışına uygun düşecek şekilde Türkçede yankı bulan bu metinler bu çağrıya kulak verecek okurları ile buluşmayı bekliyor.



Devamı
Tema resimleri Ollustrator tarafından tasarlanmıştır. Blogger tarafından desteklenmektedir.

© 2011 Zeynep Ceylan, AllRightsReserved.

Designed by ScreenWritersArena | Türkçeleştiren: Furkan Özden