23 Şubat 2010 Salı

ÖLÜMCÜL HASTALIK UMUTSUZLUK





YAZININ ORİNAL HALİ İÇİN TIKLAYIN:


Ölümcül Hastalık Umutsuzluk
Sören Kierkegaard /Doğu Batı Yayınları
idefix'ten satın al!


"Bu anlatım biçimi birçok okuyucuya yalın gelebilir; bu biçim tasarlanıp gerçekleştirilemeyecek kadar kuru gelebilir, spekülatif bir kesinliğe sahip olamayacak kadar fazla ayrıntılı görünebilir. Çok mu ayrıntılı bilmiyorum; çok mu kuru zannetmiyorum ve eğer bu biçim gerçekten öyleyse bu bana göre büyük bir eksiklik olurdu.”
Soren Aabye Kierkegaard
Modern Varoluşçuluğun kurucusu olarak nam salan ve buna paralel ironik biçimde soyadı “Mezarlık” anlamına gelen Danimarkalı filozof Soren Aabye Kierkegaard’ın felsefi düşüncesindeki temel kavramların kapsamlı açıklamasını içeren “Ölümcül Hastalık Umutsuzluk” isimli eseri Doğu-Batı Yayınları tarafından dilimize kazandırıldı. Modern felsefede başta Heidegger olmak üzere pek çok ismin (Jaspers, Sartre) düşüncesini felsefelerinin temeline yerleştirdiği Kierkegaard’ın bu önemli eseri inanç ve akıl diyalektiğinin bir analizi olarak önümüzde durmakta. Filozofun Aydınlanma’nın akıl anlayışına karşı geliştirdiği bu inanç savunusu tüm eserlerinde hâkim bir tema olarak karşımıza çıkmaktadır. Aydınlanma anlayışının “İnsan Akıldan İbarettir” önermesine karşılık, Kierkegaard Korku’dan, Titreme’den ve İnançtan bahseder. “Yaşamın Akışkanlaştırılması”nı içeren bir felsefedir onunkisi. Etkilerini sonrasında Heidegger, Nietzsche, Jaspers gibi yaşam filozoflarında görebileceğimiz bu felsefi anlayış, dünyanın içerisinde varolanlar olarak bizlerin gündelik hayatta göremediğimiz “Gerçek Gerçekliğin” keşfine odaklanmaktadır. 19.yüzyıl sonlarının hâkim teması olan bu keşif aynı dönemde pek çok düşünürde de karşımıza çıkmaktadır. Aklın arkasındaki istenci arayan Shopenhauer, tarihin arkasındaki biyolojiyi araştıran Darwin, tinin arkasındaki ekonomiyi çözümleyen Marx ve nihayet kurgunun arkasındaki ölümlü varoluşu sorgulayan Kierkegaard. Çok sonraları Martin Heidegger’in “Dünyanın Dünyalanması” olarak tanımlayacağı bu felsefi anlayış varlık imkânlarını araştırmak adına tasarlanmış bir sistemdir. Kierkegaard’ın Varlık eleştirisi de bu noktada başlar. İçine varoluşu katmayan bir inancın olamayacağını savunan Kierkegaard’ın yaşamı akışkanlaştırma düşüncesini, katı kurallarla sabitlenmiş olan ve varlığı göz ardı eden Hıristiyanlık inancını diriltme biçimine dönüştürdüğünü söylemek mümkündür kanımca.
            “Öznellik Hakikattir” şiarından yola çıkan Kierkegaard, aynı zamanda bu hakikate akılla ulaşılamayacağı gerçeğini de belirterek; düşüncesinin temelindeki “Paradoks” kavramını inşa etmiştir. Ölümcül Hastalık Umutsuzluk eserinde de belirttiği üzere özelde Hıristiyan inancının, genel olarak ise inancın özü paradoksaldır Kierkegaard’a göre. Düşüncenin, düşünemeyeceği bir şey bulma çabası olarak tanımlanan inanç, varoluşun da özüdür aynı zamanda. Varlığı ortaya çıkaran inanç ve varoluşu kavramlarla anlatmanın olanaksızlığını vurgulayan Kierkegaard’a göre ölümlü varlıklar olarak bizlerin inancı yakalaması ve dolayısıyla var olması sadece bir “An”dır. Bunun dışında düşünce ve varoluş birleşemez özelliklere sahiptir. Çok sonraları Carl Schmidt’in siyaset felsefesine ve Heidegger’in varlık anlayışına da nüfuz eden Kierkegaard’ın “An”ında, Tanrı yaşamın içine dalar ve birey inancın üzerine sıçramaya cesaret etme kararını vermeye çağrıldığını duyumsar. Böyle bir anda bireyi Mesih’ten ayıran “Tarihsel Zaman” anlamsızlaşır. Bu mesajın hitap ettiği kimse Mesih’le “eşzamanlı” olarak var olur. Filozofun “Magnum Opus” u olarak tanımlanabilecek “Korku ve Titreme” eserinde seçtiği anlatı da bunu özetler niteliktedir. Varlığın özgürlüğü seçtiği anda çatışma ve korkuyu bir arada yaşadığını düşüncesinin temeline yerleştiren Kierkegaard, bu “Ruh Hali”ni İbrahim Peygamber örneği üzerinden anlatmayı seçmiştir. İbrahim Peygamberin oğlunu kurban etme girişiminin içinde varoluşun sonucu olan inancın akıldışı, paradoksal ve anlaşılmaz yanını çok açık biçimde bulabileceğimizi betimler.
            Sonlu ile sonsuzun, zamansal olanla ebedi olanın, tinle maddenin, özgürlükle zorunluluğun bir sentezi olarak insan bu çatışmaların varlığını görmezden gelip, sonlu varlığının içine kapanırsa “Umutsuzluğa Düşer”. Ölümcül Hastalık Umutsuzluk eserini özetleyen cümle budur kanımca. Varoluşu eserin pek çok yerinde “Kendi olmaya cesaret etmek” biçiminde tanımlayan Kierkegaard, bu cesaretin ortaya çıkmamasını ya da göz ardı edilmesini “Umutsuzluk” olarak tanımlamaktadır. Eserin ilk bölümünü bu durumun tespitine ayıran filozof, 2. Bölümde “Umutsuzluğun Nasıl Sağaltılacağı” konusuna odaklanmaktadır. Birinci bölümde yer alan “Umutsuzluğun Somutlaşma Biçimleri”nden en önemlisi inancın olmayışının yarattığı umutsuzluktur filozofa göre. Ölümü bir son olarak gören Varlık umutsuzluğa düşmeye mahkûmdur, çünkü umutsuzluğun özü yaşamın hiçbir şey olmadığı inancıdır. Ölümü bir son olarak görmeyen ve dirilişe inanan Hıristiyanlığın içindeyse bu umutsuzluğa yer yoktur. Son umudun eksikliği olarak ortaya çıkan umutsuzluk, Kierkegaard’da “Ölümü Ölmek” ile eşanlamlıdır. Varlığın “Varoluş” alanına inanç ile sıçrayabileceğini savunan filozofta asıl umutsuzluk tüm bahsedilenlerin toplamı olan “Kendinden umutsuzluğa düşmek” olarak karşımıza çıkmaktadır. Kierkegaard’ın aynı zamanda en büyük günah olarak da tanımladığı bu durumda, insan kendi olmak için Tanrı’ya bağlanmalıdır. Kendi haline gelemeyen ise hep umutsuz olur. Günahı bir olumsuzluktan ziyade bir “konum” olarak tanımlayan Kierkegaard'da günahın özü tıpkı Sokrates’te olduğu gibi “Bilmemek” olarak karşımıza çıkmaktadır.
            Öne sürdüğü tüm tezler sadece inanç alanına dâhilmiş gibi görülüp teolog damgası vurulan Kierkegaard, düşünce ve inanç arasındaki keskin sınırı çizmesi, varoluşun sadece akılla mümkün olmadığını belirtmesi ve varoluşun ayrılmaz bir parçası olan tinselliği öne çıkarmasıyla önemli bir varoluş filozofu olduğunu da kanıtlamıştır kanımca. Varoluş kavramını ilk kullanan filozof olarak kendinden sonra bu alanda çalışan tüm filozofların düşüncesini miras alması da bunu ispatlar niteliktedir.
Bu zamana kadar bahsedilen Kierkegaard felsefesinin tüm kavramlarını ayrıntılı bir biçimde bulabileceğimiz “Ölümcül Hastalık Umutsuzluk” Türkçe felsefe literatürüne yeni bilgiler eklese de eserin çevirisi bu kavramların tartışılmasını engelleyebilecek bir nitelikte kanımca. Aynı eseri Türkçeye daha önce de Ayrıntı Yayınları bünyesinde çeviren M. Mukadder Yakupoğlu’nun çeviride kullandığı dil ve terminoloji felsefi olarak eserin içerdiği anlamı kısırlaştırmakta ve felsefi anlamda en çok da hatipliği ile tanınan Kierkegaard’a büyük bir haksızlık içermekte. Okumayı ve anlamayı güçleştiren kavramların( gücül, gerekircilik…) montaj tekniğiyle esere iliştirilmesi bir yana, yapılan en büyük hata eserin orijinal ismine sadık kalınmaması olmuş bence. İngilizce ve diğer dillere “Ölümle Sonuçlanacak Hastalık” olarak çevrilen( ki iki başlık arasında mantık olarak çok büyük farklar var) bu önemli eserin Türkçe çevirisinde alt başlığa da yer verilmemesi( Dinsel Canlandırma ve Uyanış için İsevi Ruhbilimsel Bir Anlatı) eserin iletmek istediği asıl mesajı gölgede bırakmaktan başka bir işe yaramamış. Kanımca Kierkegaard üzerine yapılan teolog/filozof tartışmasına girmemek için çıkartılan bu alt başlık, tam da içerdiği anlam ile bu tartışmaları sonlandıracak niteliktedir.
            Bir şeyden umutsuzluğa düşmenin gerçek umutsuzluk sanıldığı çağımızda, asıl umutsuzluğun insanın kendinden umutsuzluğa düşmesi olduğunu kulağımıza fısıldayan Kierkegaard, Modern dünyanın psikoloji, psikoterapi gibi alanlarda çözüm aradığı “Ölümle sonuçlanacak Hastalık umutsuzluğa”  felsefi bir pencereden bakma olanağı sağlamaya devam ediyor.  
Devamı

9 Şubat 2010 Salı

SEVGİLİ OKURUM NERDESİN? / YENİ ŞAFAK KİTAP



Yazının orjinal hali için TIKLAYIN:


“İki türlü Oğuz Atay okuru vardır: 1. “Ah Canım Selim!” duyarlılığına ilgi duyan, kültür ve melodram düşkünü okur; 2. “Bat Dünya bat!” sinizmini seven alaycı okur. Ben 2. takımdanım ve birincilerin Oğuz Atay’dan pek bir şey anladıklarını sanmıyorum”
ORHAN PAMUK / ÖTEKİ RENKLER


Orhan Pamuk’un tanımlamasıyla 2.Türden Oğuz Atay Okurları ve akademisyenler bir ölüm yıldönümü şölene dönüştüren “Ölümünün Otuzuncu Yılında Türk Edebiyatının Oyun / Bozanı Oğuz Atay Sempozyumu “ için 2007 yılında MSGÜ’ de bir araya gelmişti.
Bu önemli ve yokluğu uzun zamandır hissedilen sempozyum, Türkiye’nin her yerinden gelen konuklarla dolup taşmıştı. Sempozyumun sahiplerinden Handan İnci, daha o günlerde, burada konuşulanların bir kitap haline getirileceğini, bu kadar değerli insanın söylediklerinin suya yazılamayacağını konuklara müjdelemişti. Aradan yaklaşık 3 sene geçtikten sonra, nihayet bu önemli eser okuyucuları ile buluştu. Handan İnci ve Elif Türker’in ortaklığında hazırlanan “Oğuz Atay İçin Bir Sempozyum”, geçtiğimiz ay İletişim Yayınları tarafından dilimize kazandırıldı.
Kitabın yazarlarından Handan İnci, dikkatli Oğuz Atay okurlarına yabancı gelmeyecek bir isim. 80’li yıllardan beri Atay için yaptığı çalışmalarla adından oldukça söz ettiren İletişim Yayınları bünyesinde 2007 yılında bir armağan kitabı da hazırlayan İnci, bu eserinde de 1970’ten günümüze Atay için yazılmış yazıları, kendisi ile yapılan röportajları ve yayınlanmamış yazılarını toplayarak; edebiyat okurları ve tarihçileri için kapsamlı bir çalışmaya imza atmıştı. Kitabın önsözünde; bu armağan kitabı hazırladığı günlerde Atay için bir sempozyum yapılması fikrinin kafasında canlandığını belirten İnci, armağan kitapta yer alamayan yazarlarla, geniş bir okur kitlesini bir araya getirmenin elzem bir iş olduğunun daha o günlerde farkına vardığını anlatıyor. Başlangıçta zor görünen bu kapsamlı sempozyum fikrine, Bilkent Üniversitesi’nin Oğuz Atay için yapmayı planladığı konferans fikri eklenince işler İnci’nin sandığından daha kolay bir hale geliyor:
“Yola çıkarken amacım, Oğuz Atay üzerine dikkat çekici çalışmaları olan eleştirmenleri, ondan etkilenmiş yazarları, Atay’ın genç yorumcularını, Atay’ı tanıma şansına sahip olmuş arkadaşlarını bir araya getirmek ve okurlarına / sevenlerine bir tür “Oğuz Atay Şöleni” yaşatmaktı. Doğrusunu söylemek gerekirse bunu gerçekleştirmekte fazla da zorlanmadım. Edebiyat çevrelerinde örneği fazla görülmeyecek şekilde sevilmiş, kabul görmüş bir yazar söz konusu olunca, istediğim katkıları rahatlıkla alabilmiştim çünkü.”
Bir sempozyum tutanağı olarak da tanımlanabilecek eserde yer alan yazılar da sempozyumun sırasına göre düzenlenmiş. Bu yazılardan ilkini Oğuz Demiralp tarafından Atay’a yazılan bir mektup oluşturuyor. “Bütün bu sempozyum sana bir mektup olacaktır. Mektubumuz karışık olmakla beraber, ruhumuzun aynasıdır.” Sözleri ile başlayan bu mektup, sempozyumun ve kitabın ruhunu yansıtan tek cümlelik bir özet de aynı zamanda. Kitapta yer alan diğer bir mektup ise Murathan Mungan’a ait. Okurları ile mektuplaşmayı seven, kahramanlarına duygularını açıklamak için mektup yazdıran bir yazara, kitabın başında ve sonunda iki mektupla seslenmek, bir nevi Atay’ı selamlama niteliğinde görünüyor. Bu değerli eserde yer alan diğer bir yazı ise tiyatro dünyasından değerli bir isme ait. Atay’ın tek tiyatro oyunu “Oyunlarla Yaşayanlar” ın ilk kez sahnelenmesinde rolü olan Sevda Şener, Atay tiyatrosu ve romanlarını kaynaştıran bir çözümleme ile okurlarla buluşuyor. Kitabın ikinci bölümü ise daha çok Atay’ın öyküleri üzerine yoğunlaşmakta. Füsun Akatlı, Emre Ayvaz, Nursel Duruel’in yazılarının yer aldığı bu bölüm, romanları ile olduğu kadar öyküleri ile de okurda derin izler bırakan Atay’ın öykü dünyasına girmeyi amaçlıyor. Sadece yazarların Oğuz Atay hakkındaki görüşlerine yer vermekle yetinmeyen eserde, Atay okuru olmanın ayrıcalığı da Sadık Yalsızuçanların başını çektiği okuma deneyimlerinin anlatıldığı bölümde pekiştiriliyor. Bu bölüm Oğuz Atay okurlarının kendinden de çok şey bulabileceği, “Ben de okurken bunu hissetmiştim” duygusunu yaşatan yazılardan oluşmakta. Atay’ın hayatına bir yerlerden değmiş, ona “Yol Arkadaşlığı” etmiş yazarların düşüncelerinin paylaşıldığı “Oğuz Atay’ı Tanımak” isimli bölümde yer alanlar ise Atay okuruna yabancı gelmeyecek türden. Atay’ın en yakın dostlarından Cevat Çapan, Halit Refiğ ve Selim İleri’nin tanıklıklarına ayrılan bu bölümde en dikkat çeken yazı ise “Tutunamayanlar”’ın yılan hikayesine dönen basılma macerasını anlatan Hayati Asılyazıcı’ya ait. Murat Belge, Fatih Özgüven ve Elif Şafak’ın da değerli yazılarının bulunduğu kitabın EK bölümü ise bir eksikliği giderme niyetinde. Oğuz Atay’ı anlatmak bir konferansa yada iki günlük bir panele sığmayacağı için kitaba eklenen bu bölüm bir arşiv niteliğinde okuyucuları ile buluşuyor. Bu bölümde ise “Tutunamayanlar büyük bir şiirdir” diyen Haydar Ergülen’den, “Oğuz Atay Fenomeni”ni anlatmayı seçen Küçük İskender’e; “Mâdûnların Yazarı”nı anlatan Ahmet Oktay’dan, Atay’ın Nursel Duruel ile ‘74 yılında yaptığı ve bugüne kadar gün yüzüne çıkmayan röportajı yer almakta.
Kitabın tümüne bakıldığında ise; Çağdaş Türk Edebiyatının hiciv ustası, İroni sanatının mühendisi Oğuz Atay hakkında bugüne kadar yazıp çizmiş, bir yandan da ona yol arkadaşlığı etmiş önemli isimlerin ona ithafen yazdığı mektupların bir sandığı var elimizde sanki.
Sağlığında hiçbir kitabı ikinci baskı bile yapamamış, ancak ölümünden sonra baskılarına yayınevlerinin bile yetişemediği bu büyük yazarın hayatı ve yazdıkları, bu kez başkalarının sözcükleri ile,sessiz faziletlerin heykeli dikilmiyor dercesine, önümüzde duruyor. “Korkuyu Beklerken, Tehlikeli Oyunlar’a bile Tutunamayan gene de o Oyunlarla Yaşayan, Geleceği Elinden Alınmış Beyaz Mantolu Adam…”Oğuz Atay kimdir sorusunun cevabını yıllar önce Enis Batur böyle vermişti. Ömrünün son yedi yılına yedi kitap sığdıran, bu kitaplarda sadece tek bir şeyi “insanı” anlatmaya çalışan ve bu zor uğraşı hakkını vererek yerine getirebilen nadir ve eşine az rastlanır derecede nahif yazarlarımızdan birisidir Oğuz Atay. Kendisi ve yazını ile ilgili yapılan tanımlamalara, post-modernist açılımlara her zaman karşı koyan, “Öteki ben senin babandır” diyecek kadar bu tanımlamalara sinirlenen Atay, romanda yenilik yaptığını düşünenlere de aynı minvalde muzırca bir gülüşle cevap verir;
“40-50 sayfa noktalama işaretsiz yazınca,romanda yenilik oluyor. Yaptım, oldu… gerçekten!”

Elif Şafak’ın kitapta yer alan yazısında gayet yerinde tanımladığı, “Bir Gen Gibi Kuşaktan Kuşağa Aktarılan Oğuz Atay Sevgisi”ni ve bu sevginin sebeplerini de “Oğuz Atay İçin” isimli eserde bulmak mümkün görünüyor.“Bu dil konuşuldukça, Oğuz Atay hep okunacak” diyen İnci’ye göre Atay, kendi okurunu bulan ve yetiştiren bir yazar: “Oğuz Atay`ın okuru her zaman olacaktır. Bu topraklarda yaşadıkça ve bu dili konuştukça… Bu insanların meselelerine ve bizim yaşama biçimimize çok derinden dokunduğu için, hep onun eserlerinin içinden geçeceğiz ve her zaman onu okuyacağız.”
Demiryolu hikayecileri isimli kısa öyküsünün sonunda “Ben buradayım sevgili okuyucum, sen nerdesin acaba?” diye soran Atay’a bir cevap niteliğindeki bu değerli eser, yüzeysel Oğuz Atay incelemelerinin yada Tutunamayan özentisi yazıların da önünü kesecek nitelikte kanımca. Gerçek Okurların da artık burada Oğuz Atay, bir sen yoksun!
Devamı
Tema resimleri Ollustrator tarafından tasarlanmıştır. Blogger tarafından desteklenmektedir.

© 2011 Zeynep Ceylan, AllRightsReserved.

Designed by ScreenWritersArena | Türkçeleştiren: Furkan Özden