21 Aralık 2010 Salı

Mucizesin Sen...


Bu süreyi biraz kısa tutmak istiyorum. Çünkü aslında ilk üç ay boyunca hissettiğiniz şey hamilelik değil. sanki bir hastalığa tutulmuş gibisiniz. Bir çok kadının da bu dönemi böyle yaşadığından eminim. Bakalım benim ve senin yolculuğun nasıl başlamış?

 0.63 cm'LİK BİR MUCİZESİN...
4 HAFTA 4 GÜN/ ( 21/ 12/ 2010)



Bu hafta beklediğim ve istediğim bir şeyi bir kez de uzman bir ağızdan duymak için kontrole gittim. Buradan da anlaşılacağı üzere sen bir sürpriz değilsin. Aslında çok büyük bir sürprizsin ama beklenmedik bir durum değildin. Seni uzun zamandır bekliyorduk ve gelmeye karar verdiğini bugün doktorumuzdan öğrendim. Ultrason aleti karnımın üzerinde gezinmeye başlayınca ne göreceğimi o kadar çok merak ettim ki... Nasıl bir şey görecektim? Neye benziyordun? Ve doktor beklenen görüntüyü ekrana verdi...


Senin de ileride göreceğin gibi şu bu hafta sadece bir noktaydın. Küçük bir nokta. 0.63 cm'lik bir nokta. İnsanın buna inanması o kadar zor ki...Bir gün büyüyeceğine, konuşacağına, kendi kararlarını kendin verebileceğine ve daha nicesine...İnanmak o kadar zor ki.

ve işte sen 4 hafta 4 günlüksün...
Devamı

28 Haziran 2010 Pazartesi

HEIDEGGER'İN GÖLGESİ'NDE





YAZININ ORİNAL HALİ İÇİN TIKLAYIN:

Heiddeger'in Gölgesi

Jose Pablo Feinmann / Doğan Kitapçılık
idefix'ten satın al!

"Büyük olan her şey fırtınada ayakta durur"
MARTIN HEIDEGGER

Heidegger ve Nazizm... Bir filozof ve bir ideoloji... Felsefe ve siyaset... Çağımızın en büyük felsefi tartışmalarından biri de bu birliktelik üzerine yoğunlaşıyor demek yanlış olmaz herhalde. Sadece bu konu hakkında yazılan yüzlerce makale ve hatta kitaplar da bunu doğrular nitelikte kanımca. Bir tarafta 1933’lerin Almanya’sında Nazi ideolojisinden taraf olmanın bir seçim değil zorunluluk olduğunu ve Martin Heidegger’in de bu zorunluluğa kapıldığını iddia edenler, öteki tarafta ise çağımızda “Varlık” sorusunu tekrar gündeme getiren bir filozofun “Varlık”ı yok etmek üzerine kurulu bir ideolojiye gönül vermesini talihsizlik olarak niteleyenler... Her iki yaklaşım keskin sınırlar ve kanılar barındırsa da durum ya o ya bu kabilinden çözülebilecek bir içeriğe sahip değilmiş gibi görünüyor. Jose Pablo Feinmann’ın “Heidegger’in Gölgesi” isimli felsefi romanı da hep uçlarda değerlendirilen bu probleme kurmaca – gerçek arası bir pencereden bakan bir çalışma olarak karşımıza çıkıyor. Geçtiğimiz yıl Doğan Kitap tarafından basılan eser, bu konuda Türkiye’de sayısı oldukça az olan çalışmalara yeni bir soluk getireceğe benziyor.

“Platon’u çeken siyasetti. Platon okuyan Martin Heidegger’i ise siyaset henüz çekmiyordu. Gündelik siyaset onun için sadece “boş marifetlilikti...” Rudiger Safranski biyografik çalışması “Bir Alman Üstat- Heidegger” de filozofun ilk dönemlerini böyle tanımlar. Her ne kadar gündelik siyasetten uzak dursa da sahih tarihin gerçekleşme ihtimali yine siyasetin içerisindedir Heidegger’e göre. Platon’un tasvir ettiği mağaradan çıkışın yollarını arayan Heidegger’in emin olduğu tek şey bu çıkışın topluca yani milletçe olacağıdır. 1931-32 yılları arasında verdiği Platon derslerinde de “ Başlangıcında durduğumuz insan varlığının kökten değişiminden ve bu değişim ile birlikte var olanın daha fazla var olacağından” bahseder. Her ne kadar arkadaşı Hermann Mörchen o yıllarda Heidegger’in NSDAP( Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi)’den taraf olmasını sadece siyasi bir fikir olarak tanımlasa da Heidegger’in niyeti bu fikri realize etmek üzerine kuruludur. Yine aynı derste “Bunun hakkında daha fazla konuşulmayacaktır, sadece yapılacaktır” demesi de bu niyeti doğrular niteliktedir. Filozofun henüz eyleme geçmediği bu dönemde kitabımızın kahramanı Dieter Müller de bu derslere katılanlar arasındadır.

Jose Pablo Feinmann Müller’in başta öğrencisi sonra meslektaşı olduğu Heidegger hakkındaki düşüncelerini kitabın ilk bölümünü oluşturan oğluna yazdığı mektupla okuyucuya iletir. Dieter’in mektup içerisinde sürekli öğütlediği şey oğlunun Varlık ve Zaman’ı okumasıdır. Her şeyin çözümünün bu kitapta olduğunu iddia eder Müller. Heidegger ve Nazizm konusunun açıklaması bile bu kitaptadır. Müller’e göre Heidegger’in seçimi çağın en büyük felsefi eserlerinden biri olan Varlık ve Zaman’ın içerisindeki fikirleri gerçekleştirmekten başka bir şey değildir. Heidegger Hitler de felsefi bir şeyler görmüştü ve bu gördükleri onu harekete geçirmeye yetmişti Müller’e göre.

Duruma tarihsel olarak bakıldığında bu inancı sadece Heidegger’in beslemediği de görülecektir. 1933 yılında yapılan seçimlerde sosyal demokratlar ve hemen tutuklanan komünistler dışında herkesin hatta Yahudilerin bile Hitler rejimi lehinde oy kullanması da bunu doğrular niteliktedir. Heidegger’in kurduğu felsefe sahnesinin içinde başrol Hitler’dedir. Varlık nihayet vasıl olmuştur. Artık harekete geçmenin zamanıdır. 1 Mayıs 1933’te Heidegger Nazi rejimi altındaki Almanya’da Freiburg Üniversitesi rektörü olur. Rektörlük konuşmasını yaptığı gün, o zamana kadar siyaset konuşulmayan üniversite için bir dönüm noktasıdır. Bu önemli konuşmanın etkisini “Rektörlük konuşması sonrası Sokrates öncesi filozoflara mı dönmeli yoksa SA’ ya mı katılmalı kimse bilemedi” diye tanımlar Karl Löwith.

Feimann’ın kahramanı Dieter Müller de bu konuşma sonrası böyle bir ayrım yaşar ve kararını verir. Oğluna bu kararını “Ertesi gün Nazi oldum” diye anlatır. Heidegger’in rektörlüğü döneminde Miller de Tarih Kürsüsü’ne atanır. Müller’in Heidegger ile ilk karşılaşması da bu göreve getirildiği gün olur. Filozofla uzun uzun Marksizm’den konuşurlar. Hitler ideolojisinin baş düşmanı Marx hakkında filozof oldukça olumlu düşünceler içerisindedir. Hatta Varlık ve Zaman’a Marx’ın etkisi olduğunu bile itiraf eder. Konuşma sonrası bir kere daha görüşeceklerinin müjdesini verir Heidegger ama önce verilmiş sözleri halletmesi gerektiğini söyler. Verilmiş sözler... Martin Heidegger’in Nazi ideolojisi içerisindeki yerini bu iki kelime tanımlamaktadır. Verdiği sözler vardır ve bu sözleri milletine bağlı bir Varlık olarak rektörlüğü boyunca yerine getirmeye çabalar. Ancak hiçbir zaman Yahudilere karşı yapılan eylemlere katılmaz ve üniversitede de bunlara izin vermez. İdeoloji kararını vermiştir, Heidegger siyasette başarısızdır. Ancak bu başarısızlığı çok daha önce Heidegger anlar ve kafasındaki üniversiteyi şekillendiremeyeceğine karar verince 1934 Nisan ayında istifa eder. Sadece üç ay sonra Hitler SA’lara infaz emrini verir. Martin Heidegger bunu sezdiği için mi istifa etti bilinmez ama Varlık kararını tam zamanında vermiştir.

Dieter Müller ise böyle bir kararın çok uzağında ve inisiyatifsizdir. Görevine devam eder… Kendisine hizmet edenleri bir bir alaşağı eden SA’ler Heidegger’e bir şey yapmazlar. Çünkü o Nazi bile olamamıştır onlara göre. Müler ise bunun tam aksini savunur: “ Nasyonal Sosyalizm, tam onun söylediği şeydi. Nazizm’i de Heidegger kadar anlayan olmamıştı. Nazizm eğer yüceliğine ulaşmadıysa, ulaşmayı bilemediyse, ulaşamadıysa bu ayrı bir hikâye! Nazizm Rosenberg’in Baumler’in ya da Goebbels’in ırkçı biyologlarının metinlerinde rezilleştiyse, büyük Nietzsche’nin yanlış ve sıradan bir versiyonu ortaya çıktıysa, bunda Heidegger’in bir suçu yok. O hareketimizi, ırklarla ilgili gevezelikten çok, ontolojiden, var olmanın unutulmuş öyküsünden yola çıkarak düşünüyordu.” Heidegger doğru olanı yapmış ve köşesine çekilmişti. Artık yaşananları uzaktan izleyecek ve derslerinde sadece Mantık anlatacaktı. Müller için ise durum böyle değildi. Naziler onun için de yakalama emri çıkartmışlardı. Tek çare vardı, kaçmak... Önce Fransa’ya ardından Madrid’e kaçan Müller mekân değiştirse de kafasındaki suçluluktan bir türlü kurtulamaz. İnsanları gaz odalarına kendi rızalarıyla götürüp, zehirleyen ve bir ölüm makinesine dönüşen ideolojiye az da olsa hizmet etmek yakasını bırakmaz. Eleştirel vicdanı Müller’i bir Yahudi’nin fotoğrafında yakalar. Gaz odasına götürülen ve artık yürüyen bir cesede dönüşmüş varlığa söyleyecek sözü kalmaz. Fotoğraftaki manzaradan özür dilemek bile yetersizdir. Varlık ölmez, sadece varlık olmaktan vazgeçer...

Geride kalansa bir fotoğraf ve bir silahtır. Kitabın birinci bölümünü oluşturan mektubun muhatabı Martin Müller için hesaplaşma zamanıdır. Heidegger bu konuda hep susmuştu. Her ne kadar kimse artık onun Nazi olduğunu hatırlamasa da ölümüne kadar partinin üyesi olmayı sürdürmüştü. “Ama artık konuşmak zorundadır. Çünkü masada namlusu ona doğru çevrilmiş bir Luger durmaktadır...”

“Heidegger neden Nazi olmuştu? Bu bir seçim miydi? Rektörlüğü kabul etme sebebi neydi? Milyonlarca insan ölürken o neden sessiz kalmıştı? Hiç pişman olmuş muydu?” Türk okuyucusunun “Kurbanın Son Günü” eseriyle tanıdığı Jose Pablo Feinmann, kahramanı Martin Müller aracılığıyla kurmaca penceresinden bu sorulara yanıt ararken, iktidar ve entelektüeller arasındaki ilişkiyi, mutlak gerçekliğin kuşkulu yanını, dehşetin akla uyduruluşunu ve zekânın aldatıcı yönünü sorguluyor. 

Felsefe tarihinin en önemli isimlerinden birini, tarihin en büyük “Entelektüel Zanlı”sını sorguya çeken “Heidegger’in Gölgesi” bir korku hikâyesi olarak da okunabilecek tarihsel- felsefi bir roman olarak kusursuz Türkçesiyle okuyucularını bekliyor...
Devamı

14 Haziran 2010 Pazartesi

AMANSIZ BİR ONTOLOG/ MARTIN HEIDEGGER





YAZININ ORİNAL HALİ İÇİN TIKLAYIN:

Heidegger

Metin Bal, Özgür Aktok / Doğu Batı Yayınları
idefix'ten satın al!

“Varlık var olamaz. Eğer olsaydı, o zaman varlık olmaktan çıkar, bir var olan olurdu”
Martin Heidegger

“Bir isimden fazlası yoktu aslında ortada; ama bu isim Almanya’yı baştanbaşa adeta gizemli bir kral hakkındaki söylenti gibi dolaşmaktaydı...” Hannah Arendt’in bu sözleri 20. yüzyılın ilk çeyreğinde Avrupa’daki düşünsel iklimin içinde birdenbire ortaya çıkan ve yüzyılın felsefesini yeniden başlatan bir filozofun öyküsünün başlangıç cümleleri aslında. Geçtiğimiz aylarda Özgür Aktok ve Metin Bal editörlüğünde hazırlanan ve Doğu-Batı Yayınları’ndan çıkan “Heidegger” derlemesi de bu öykünün nasıl başladığı ve günümüze kadar nasıl geldiğini okuyucuya son derece itinalı bir biçimde ulaştırıyor.

“Heidegger” derlemesinin hem Türkçedeki derlemeler içinde en kapsamlısı olması, hem de içinde yer alan makalelerin ilk kez yayınlanıyor olması açısından oldukça yoğun bir çalışmanın ürünü olduğunu söylemek mümkün. Bu yoğun çalışmanın odak noktasının çeviri üzerine yoğunlaşması ise kaçınılmaz bir durum olarak okuyucuya sunuluyor. Bu yüzden derlemenin mimarlarından Özgür Altıok giriş yazısında daha çok bu nokta üzerinde durmakta. Felsefesinin temeline “Dil” olgusunu yerleştiren ve felsefeyi “Dil ile düşünme” etkinliği olarak yorumlayan Heidegger’in de bundaki payı yadsınamaz elbette.

Altıok’u devamla gelen Türk okuyucusunun yakından tanıdığı Önay Sözer’in makalesi ise dil ve felsefi çeviri etkinliğini tüm ayrıntılarıyla inceliyor. “Biz bilmesek de dil varlıkla doğrudan doğruya bir ilişki içerisindedir; dinlemesek de dil varlığı söyler” şiarından yola çıkan Sözer, dil, düşünme ve deneyim üçlüsü bağlamında Heidegger felsefesi ve bu felsefenin Türkçeye aktarılma yollarını “Patikalar”dan geçerek yorumluyor. Heidegger’deki “Düşünen Çeviri” etkinliğinin sadece felsefede değil çevirinin tüm alanlarındaki önemine değinilen makalede Türkçe çeviride oldukça tartışmalı olan  “Varlık” kavramının da nasıl çevrilmesi gerektiğine hatırı sayılır bir yer veriliyor.  “Dil varlığın evidir” diyen Heidegger’e bir nevi saygı duruşu niteliğindeki bu yazı derlemenin başlangıcını oluşturmakta.

Derlemenin diğer makaleleri içerisinde en çok dikkati çeken ise Heidegger’in öğrencisi ve 20. yüzyıl siyaset felsefesinin önde gelen ismi Hannah Arendt’in “Heidegger’in Sekseninci Doğum günü Vesilesiyle” başlıklı makalesi elbette. Heidegger ile ilişkileri bugüne kadar daha çok magazinsel anlamda ele alınan Arendt, bu yazısında filozofun felsefesini en iyi anlayanlardan biri olduğunu da okuyucuya gösteriyor.  Kısmen biyografik kısmen de felsefi bir inceleme altında Heidegger düşüncesini inceleyen Arendt, bu düşünceyi hayat öyküsü ile iç içe geçirerek bir dönem tasviri ile okuyuculara ulaştırıyor. Bununla birlikte önemi uzun yıllar sürecek olan bu makalesi ile Arendt, 20. yüzyılın ilk çeyreğinde can çekişen ve akademik yaşantının içinde boğulan felsefenin, akademik kuramın dışındaki bir kaynaktan nasıl beslendiği sorusuna da yanıt veriyor.

Heidegger çalışmalarına yeni bir yön verecek olan bu eşsiz derlemenin içerisinde filozofun bu zamana kadar yayınlanmamış makaleleri de okuyucusuyla buluşuyor. “Uzam”ın metafiziğin bilim ve teknik kılığında karşımıza çıkan çağdaş yorumunun incelendiği “Sanat ve Uzam” makalesi, “Kant’ın Varlık Tezi”, “Varlık ve Görünüş” makaleleri bunlardan sadece birkaçı.

Bunun yanında; Parvis Emad’ın “Teknoloji ve Güç İstenci” makalesi, istenç istencinin nasıl olup da varlığın bir görünme biçimi olarak ortaya çıktığını ve bunun teknoloji yoluyla tamamına eren metafizikle ve ontolojiyle olan ilişkisini mercek altına yatırırken, Theodore Kisiel’in “Heidegger ve Bilimin Yeni İmgeleri” makalesi filozofun bilimin katı, varolanı tektipleştiren pozitif anlayışına yönelttiği eleştiriyi ele alıyor. Catherine Chavalley ise “Heidegger ve Doğa bilimleri” başlıklı makalesi ile Heideggerin 20. yüzyılın ilk yarısında ortaya çıkan Kuantum Fiziği ile girdiği diyaloğu gündeme getiriyor.

Jean Marie Waysse’nin “Heidegger ve Alman İdealizmi” yazısı bir yandan Heideger’in Kant ve Alman İdealizminin düşünürleri ile olan ilişkisini aydınlatırken, öbür yandan metafizikteki nihai, güven duyulabilecek bu temel arayışın Heidegger felsefesi bağlamında nasıl yorumlanması gerektiği konusunda bize önemli ipuçları sunuyor. Dallmayr’ın “Var Olmaya Bırakma ve Eyleme” yazısı Heidegger felsefesinin ne ölçüde bir çeşit pragmatizm olarak okunabileceği sorusuna odaklanırken, Klaus Held’in makalesi filozofun eserlerinin çevirisindeki kavram kargaşasına dikkati çekiyor.

Tüm bunların yanında Heidegger’in erken dönem felsefesini inceleyen makalelere de yer verilen derlemede Rudolf Makreel filozofun otantizm anlayışını incelerken, Michael Eldred “Marx ile Heidegger ilişkisi” başlıklı makalesinde filozofun Marx yorumunu masaya yatırıyor. Bu kadar değerli ismi bir araya getiren bir derlemede filozofa en bağlı öğrencilerinden biri olan Gadamer’e yer vermemek olmazdı herhalde. Hakikat ve Yöntem eserinin çoğu kısmında hocasına ithaflarda bulunan Gadamer, derlemede yer alan “Sanat Yapıtının Doğruluğu” makalesinde de iki filozofun arasındaki kimyayı gözler önüne seriyor. 

Düşünceyi mesken tutmuş bir filozofun patikalarından derlenmiş bu önemli metinler, Heidegger Felsefesi’nden ziyade yüzyılımızın felsefi iklimini oluşturan bir “Heidegger Düşünüşü”ne giden yolun duraklarını oluşturuyor. Heidegger’in felsefesiyle bizleri çağırışına uygun düşecek şekilde Türkçede yankı bulan bu metinler bu çağrıya kulak verecek okurları ile buluşmayı bekliyor.



Devamı

13 Nisan 2010 Salı

İKİ BÜYÜK DÜNYA SİSTEMİ HAKKINDA DİYALOG





YAZININ ORİNAL HALİ İÇİN TIKLAYIN:


İki Büyük Dünya Sistemi Hakkında Diyalog

Galileo Galilei / Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları
idefix'ten satın al!

“Deneysel ve kuramsal araştırmada bilimin tutumu ve metodu, Galileo’dan bu yana hep aynı kalmıştır ve öyle kalmaya devam edecektir.”
MAX BORN, 1954

Doğayı rasyonel olarak anlama çabalarının bir sonucu olarak Modern Bilimin doğuşundan sorumlu olan bir isim varsa, bu hiç kuşkusuz Galileo Galilei’dir. 1564 yılında İtalya’da doğan fizikçi, matematikçi, gökbilimci ve filozof Galileo, bilimsel devrimin şekillenmesinde büyük role sahip isimlerin başında gelmektedir. 1589 yılında yaptığı matematiksel araştırmalar sonucu, Pisa Üniversitesi’nde profesör olan bu büyük bilim insanı sistematik olarak Antik Yunan’da başlayan Kozmoloji çalışmalarını rasyonalize ederek Modern Bilime uyarlamasıyla ün kazanmıştır.
Fiziksel evrenin bir bütün olarak kavranıp anlaşılmasını sağlamak amacıyla doğa bilimlerini, özellikle astronomi ve fiziği bir araya getiren kozmoloji tarihte birçok uygarlığın (Mezopotamya, Hindistan, Çin) ilgi alanı olduysa da günümüzdeki fiziksel kozmoloji çalışmalarının başlangıç noktasını Antik Yunan uygarlığı oluşturmaktadır. Klasik dönem Yunan filozoflarından Platon ve Aristoteles’in çalışmaları literatürde çağdaş fiziksel kozmolojinin başlangıç noktası olarak görülmektedir. Platon felsefi sisteminin bir uzantısı olarak görünen (düzenli) evren ve görünmeyen (düzensiz) evren fikrini ortaya atmıştır. Kozmik anlamda yaratıcı olan bu fikir pek rağbet görmese de öğrencisi Aristoteles’in sistemi Ortaçağ boyunca kabul görmüştür. Kozmolojinin başlangıcından itibaren var olan fikirleri derleme görevini ise Batlamyus ( Klaudyos Ptolemaios) yerine getirmiştir. Sistematik anlamda ilk kozmoloji çalışmalarını başlatan Batlamyus, aynı zamanda Dünya merkezli Güneş sistemini ilk öneren bilim insanıdır. Batlamyus’un modeli Kopernik’in 16. Yüzyılda sistematize ettiği Güneş merkezli modeline dek, Batı ve İslam dünyasında geçerliliğini korumuştur. Kopernik’in Güneş merkezli kuramı o zamana kadar var olan düzenli evren anlayışı yerine düzensiz ve kusurlu bir evren anlayışını getirmekteydi. Tahmin edileceği gibi bu anlayış özellikle dini bağlamda pek çok sorun yaratmıştır.  Dünyayı algılamada yeni ve etkisi bugüne kadar gelen bu sistem, 1609 yılında Hollanda’da teleskopun icat edildiğini duyan ve kendisi daha ileri düzeyde bir teleskop icat eden Galileo tarafından doğrulanacaktır.

Galileo Galilei bu mükemmel icat ile günümüz dünyasında kabul gören çok sayıda keşfe imza atmıştır. Ay yüzeyinin girintili çıkıntılı oluşu, yıldız kümelerinin gözlenmesi, Samanyolu galaksisinin keşfi, Jüpiter’in uydularının keşfi bunlardan sadece bir kaçıdır. Bu eşsiz gözlemlerini 1610 yılında Siderus Nuncius ( Yıldızların Habercisi) isimli kitabında yayınlayan Galileo, bu buluşları sayesinde Floransa’da saray matematikçisi mertebesine ulaşmıştır. Kitapta yer alan fikirler Kopernik sistemini savunduğundan papazların da ağır baskısına maruz kalan Galileo, 1615’te iddiasını müdafaa etmek üzere Roma’ya gitmiştir. Papa V. Paul tarafından kitaplarını tetkik için bir komisyon kurulmuş ve bu komisyon kitaplarını yasaklamasa da Galileo’dan Dünya’nın döndüğü iddiasından vazgeçmesini istemiştir. Bu olaydan sonra uzun bir müddet bilimin daha çok pratik yönüyle ilgilenen Galileo, 1618 yılında üç kuyruklu yıldızı keşfetmesiyle yine kiliseyle karşı karşıya kalmıştır. Yakın arkadaşlarından birinin 8. Urban olarak papa seçilmesinden cesaret alan bilim adamı 1632 yılında bilim dünyasını temelden sarsan ve evren hakkındaki tüm tespitlerini içeren “İki Büyük Dünya Sistemi Hakkında Diyalog” isimli kitabını yayınlamaya karar vermiştir. Türkiye İş Bankası Yayınları tarafından dilimize kazandırılan bu önemli kitap, bilim tarihini temelden sarsan bir içeriğe sahiptir.
Kitap, üç kişinin arasında geçen evren sistemleri hakkındaki tartışmalara yer vermektedir. Galileo’nun diyaloglar gibi bir yöntemle bu tespitleri açıklaması ve hayali kahramanlar etrafında bunu yapmasının Ortaçağ sansür kurulunun baskısından kurtulmak için olduğu söylenebilir. Kitabın kahramanlarından ilki Salviati’dir. Temsil ettiği düşüncelerle Galileo’ya en yakın isim olarak görülen Salviati’nin, en akıllıca konuşan ve en inanılır kanıtlar sunan kahraman olduğunu söylemek mümkündür. Salviati’nin tam tersi görüşler öne süren Simplicio ise Aristoteles okulunun skolastik temsilcilerinden olan bir peri patetikçidir. Simplicio, Galileo tarafından kendisine muhalif olan kesimi temsil etmek amacıyla kitaba dâhil edilmiş bir isimdir. Kitabın son kahramanı Sagredo ise, her iki tarafa sorduğu sorularla konuşmaları yönlendiren tarafsız bir isim olarak karşımıza çıkmaktadır. Sagredo’ya okurun sesi de demek mümkündür.

Galileo’nun metninin biçimsel olarak öne çıkan özelliği incelikli tartışmaları sürükleyici bir edebi üslup ve yer yer ince zeka ürünü mizahla vermiş olmasındadır. Türkçe çevirinin başarısı da bu noktada devreye girmektedir. Çevirinin temizliği ve çetrefil pasajların çevirmenin notlarıyla aydınlatıldığı ‘İki büyük Dünya Sistemi Hakkında Diyalog’, metni Türkçede son derece okunur kılmaktadır. Bunun yanında kitabın okuyucuyu zorlayan karmaşık yapısını da göz ardı etmemek gerekir. Bunun nedeni Modern Dünya insanı olarak bizlerin alışkın olduğumuz ya da matematik dilinde tek bir formülle ifade edebileceğimiz olayların, en başından başlayarak sayfalar boyunca en ince ayrıntısına kadar anlatılmasıdır. Öte yandan Galileo’nun doğada gördüğü olayları anlatmak için gereken matematik dilinin henüz ortada olmamasını hesaba katarsak, bilim adamının o dönemde bunu yapmak zorunda olduğunu söylemek mümkündür.

Dünya bilim tarihini yeniden başlatan bu önemli eser yayınlandıktan sonra, Galileo tekrar Roma’ya çağrılıp engizisyon mahkemesine çıkarılmıştır. 1633 yılında kitap yasaklanmış ve Galileo kutsal engizisyonca müebbet hapse mahkûm edilmiştir. Daha sonra bu ceza ironik bir biçimde kendi evinde göz hapsine çevrilmiştir. Bu olaydan kısa bir süre sonra kör olan Galileo, 1642 yılında hayatını kaybetmiştir. Ölümünden 200 yıl sonra değeri anlaşılan Galileo Galilei’nin tüm yapıtları 1842- 56 yılları arasında Galileo uzmanı Antonio Favoro’nun büyük çabaları sonucu ‘ Le Opera Di Galileo’ adıyla yayımlanmıştır. Galileo’yu mahkûm eden Vatikan ise 1820 yılında suçlamasını sona erdirmiştir. 1822 yılında kardinaller kurulu Güneş merkezli sistem hakkında yazıların basımı ve dağıtımına izin vermiştir. 1835 yılında ‘İki Büyük Dünya Sistemi Hakkında Diyalog’ Vatikan’ın yasaklı kitaplar listesinden çıkarılmış, 1992 yılından beri Katolik kilisesi Galileo’nun evren sistemini resmen tanımaya başlamıştır. 

2008 yılında İş Bankası Kültür Yayınları tarafından yayınlanan ve ardı ardına üç baskı yapan bu önemli eser, Galileo hakkında içerdiği bilgilerle okuyucuyu aydınlatmakla kalmayıp, aynı zamanda din ve aydınlanma arasındaki ilişkinin tehlikeli koridorlarında gezinen bir bilim adamının kararlılığını da yansıtıyor. İçeriği ve temiz Türkçesiyle öne çıkan İki Büyük Dünya Sistemi Hakkında Diyalog, Dünya’nın nasıl bir yer olduğuna ilişkin tarih boyunca öne sürülen tezleri merak eden Türk okuyucusu ile buluşmayı beklemekte.
Devamı

4 Mart 2010 Perşembe

PASAJLAR'DA YÜRÜMEK






YAZININ ORİNAL HALİ İÇİN TIKLAYIN:
Görmenin Diyalektiği

Susan Buck-Morss / Metis Yayınları
idefix'ten satın al!

Pasajlar şunu savunur: Kapitalizm çağını biçimci “Modernizm” ve tarihsel açıdan eklektik “Postmodernizm” diye ikiye ayırmak bir anlam ifade etmez, çünkü bu eğilimler zaten sınaî kültürün başından beri var olmuştur. “Modernizm” ve “Postmodernizm” kronolojik çağlar değil, sanat ile teknoloji arasında yüzyıla yayılan siyasal konumlardır. Dolayısıyla her iki konum da ancak kısmi bir hakikati temsil eder; meta toplumunun çelişkileri aşılmadığı sürece bunların her biri “yeniden” ortaya çıkacaklardır.”
                                                    SUSAN BUCK MORSS

ABD’li yazar ve siyaset bilimci Susan Buck-Morss’un Walter Benjamin’in ‘Pasajlar’ çalışmasını açımladığı “Görmenin Diyalektiği” isimli eseri, geçtiğimiz Ocak ayında Metis Yayınları tarafından dilimize kazandırıldı. Morss’un kendi sözleri ile Benjamin’den yaptığı alıntıları birlikte kullanarak kurduğu bir metin yapısına sahip olan eser, otoritesini hiçbir zaman yazılmamış bir kitaba, Benjamin’in günümüzde en önemli eserlerinden biri olarak görülen Pasajlar Çalışması’na (Passagen-Werk) borçlu.
Benjamin bu önemli eser üzerinde çalışmaya 1927 yılında başlamıştır. Aradan geçen 13 yıl içerisinde eseri tamamlayıp, olgunlaştırmak yerine; 19.yüzyıl sanayi kültürüne ilişkin parça parça notlar derleyip, bunları fragmanlar halinde dosyalamayı seçmiştir. Yazarın başlangıçta 50 sayfa olarak düşündüğü bu çalışma 1982 yılında ilk kez basıldığında 1000 sayfayı aşan muazzam bir malzemeye dönüşmüştür. Susan Buck-Morss’un “Görmenin Diyalektiği” isimli çalışması ise bu tarihsel malzeme üzerine yoğunlaşmaktadır. Eser; ‘Pasajlar’ın bir özeti olmaktan ziyade, farklı bir metindir. Amacı ise; kendisini oluşturan tarihsel verilerin katmanları içinde derin bir uykuya dalmış olan ‘Pasajlar’ın bilişsel ve siyasal gücüne ‘Yeniden’ hayat vermektir. Bu amaçla kaleme alınan “Görmenin Diyalektiği” Benjamin’in kendi tarihsel deneyiminin içinde 19.yüzyıl Paris’ini anlatan bir hikâye-içinde-hikâyedir.
Walter Benjamin’in müstakil bir edebiyat ürünü olmayan Pasajlar çalışması, içeriği açısından modernist bir yapıya sahiptir. Bu yapı içerisinde yer alan anlam şifreleri, okuyucuya eseri ‘yeniden inşa etme’ fırsatı vermektedir. Benjamin çalışmasının niyetine dair verdiği ipuçları ile okuyucuyu kendi isteklerini bile hiçe sayarak adeta birer tarih dedektifi haline getirir. Okur toplumsal-tarihsel gerçeklikleri arama yolunda ilerlerken, Benjamin spot ışıkları altından hızla kaybolur. Geriye kalan ise olguların anlamını kendi kendine keşfettiğini hisseden okur ile yeniden inşasına katkıda bulunduğu Pasajlar çalışmasıdır. Benjamin, bu anlatım biçimini bilinçli olarak seçmiştir. Yekpare zaman anlayışına karşı çıkan, geçmiş ve gelecek arasındaki bağı parçalanmış bir zamanda tahayyül eden bu modernist biçim aracılığıyla okur, ‘Pasajlar’ın içerisine girip ilerleme fırsatı bulur. Benjamin’in tarihten bağımsız / karşı bir ‘tarihyazımı’ olarak tanımladığı bu eser, sanayi devrimi çağında mitik ve düşsel bir durumda var olan bilinci, elde edilecek tarihsel bilgi ile uyandırmayı amaçlar. Yazar bu yolla tarihi ideolojik işlevinden arındırarak onu 'şimdi'yi gündeme getirebilecek eleştirel bilginin kaynağı olarak kurtarır. Tarihsel hafızayı uyandırmak olarak da tanımlayabileceğimiz bu çaba için en iyi örnek ise Pasajlar hakkında yazmak olarak tanımlanabilir. Susan Buck-Morss’un da çabası bu yöndedir; amacı Pasajlar hakkında okuyucuyu aydınlatarak, yaşayan kültürün bağrındaki tarihsel bilgiyi açığa çıkarmaktır. Uzun ve argümanları karışık olmasına rağmen, akademik alanın karanlık koridorlarına sıkışmayan ve bir yandan da popüler değeri yüksek olmayan bir eser yaratmıştır Morss ki, Benjamin de böyle olmasını istemiştir.

Modernliğin kök-olguları olarak meta kapitalizminin tapınağı Pasajlar, Walter Benjamin için dünyanın fenomenolojik bilgisine ulaşmada birer aracıdırlar. Dünyanın pek çok yerinde (Berlin, Paris, Moskova) eşzamanlı olarak kurulan pasajlarda önceleri sanayi kültüründen kalma tarihsel kalıntılar sergilenmiştir. “Vitrin” olgusunun da ilk olarak ortaya çıktığı pasajların camekânlarında sergilenen korseler, taraklar, fotoğraflar, yaka düğmeleri ve bunun gibi gündelik hayatın içerisinde yer alan diğer nesneler Benjamin’in fenomenolojik yönteminin duraklarıdır. Bu özgün felsefi yöntemi eserinde en iyi şekilde “Görmenin Diyalektiği” olarak tanımlar Susan Buck-Morss. Tarihten hareketle felsefe inşa etmek olarak tanımlayabileceğimiz bu yöntemi içeren Pasajlar eseri, yazdıkları içerisinde Benjamin’i en çok zorlayandır demek yanlış olmaz. “Başarısız olma korkusunu bu denli içimde hissederek yazdığım hiç olmamıştı” der kadim dostu Scholem’e bir mektubunda. Hitler’in Fransa’yı işgal etmesinin gündemde olduğu günlerde ülkeyi terk edip, İspanya sınırında intiharı seçtiği zaman da aynı duygu halindedir ve ona bu yolda eşlik eden bavulda ‘Pasajlar’ keşfedilmeyi beklemektedir.
Susan Buck Morss’un eseri ise sadece pasajlarla yetinmeyip, Benjamin’in yazın dünyasına yapılan uzun ve ayrıntılı bir yolculuktur. Bu yolculukta en önemli duraklardan birisi ise Pasajlar’la aynı temaya sahip ‘Tarih Üzerine Tezler’ çalışmasıdır. Yine Metis Yayınları tarafından dilimize kazandırılan bu eserinde Benjamin, adeta mitik tarih teorilerinin ipliğini pazara çıkarır ve yeni bir tarih anlayışını yaratma yolunda önemli adımlar atar. İlahiyat ve tarihsel materyalizm ilişkisini de Tezler’de masaya yatıran Benjamin bu birlikteliği mekanik dev bir satranç oyuncusunu (tarihsel materyalizm) hareket ettiren bir cüceye (ilahiyat) benzetir.  Eserin çoğu argümanı pedagojik niteliktedir. 19. Yüzyılın en önemli entelektüel simalarından Benjamin’in kavramsal çerçevesini ‘Tarih Üzerine Tezler’de geliştirdiği tarihin itibarını iade etme girişimi Pasajlar ile olgunluğa erişir. 
Walter Benjamin’in ünlü ressam Paul Klee’nin “Angelus Novus-Tarih Meleği” tablosunda temsilini bulduğu tarih imgesi, tüm uçuculuğu ve kalıcılığıyla ‘Pasajlar’da önümüze serilir. Filozofun tüm eserlerinde yer alan bu imgenin izini süren Susan Buck Morss ise “Görmenin Diyalektiği” ile felsefi bir yola çıkar; ilahiyat, tarih ve felsefenin kesiştiği noktada ‘Pasajlar’ okuruyla buluşmayı beklemektedir...
Devamı

23 Şubat 2010 Salı

ÖLÜMCÜL HASTALIK UMUTSUZLUK





YAZININ ORİNAL HALİ İÇİN TIKLAYIN:


Ölümcül Hastalık Umutsuzluk
Sören Kierkegaard /Doğu Batı Yayınları
idefix'ten satın al!


"Bu anlatım biçimi birçok okuyucuya yalın gelebilir; bu biçim tasarlanıp gerçekleştirilemeyecek kadar kuru gelebilir, spekülatif bir kesinliğe sahip olamayacak kadar fazla ayrıntılı görünebilir. Çok mu ayrıntılı bilmiyorum; çok mu kuru zannetmiyorum ve eğer bu biçim gerçekten öyleyse bu bana göre büyük bir eksiklik olurdu.”
Soren Aabye Kierkegaard
Modern Varoluşçuluğun kurucusu olarak nam salan ve buna paralel ironik biçimde soyadı “Mezarlık” anlamına gelen Danimarkalı filozof Soren Aabye Kierkegaard’ın felsefi düşüncesindeki temel kavramların kapsamlı açıklamasını içeren “Ölümcül Hastalık Umutsuzluk” isimli eseri Doğu-Batı Yayınları tarafından dilimize kazandırıldı. Modern felsefede başta Heidegger olmak üzere pek çok ismin (Jaspers, Sartre) düşüncesini felsefelerinin temeline yerleştirdiği Kierkegaard’ın bu önemli eseri inanç ve akıl diyalektiğinin bir analizi olarak önümüzde durmakta. Filozofun Aydınlanma’nın akıl anlayışına karşı geliştirdiği bu inanç savunusu tüm eserlerinde hâkim bir tema olarak karşımıza çıkmaktadır. Aydınlanma anlayışının “İnsan Akıldan İbarettir” önermesine karşılık, Kierkegaard Korku’dan, Titreme’den ve İnançtan bahseder. “Yaşamın Akışkanlaştırılması”nı içeren bir felsefedir onunkisi. Etkilerini sonrasında Heidegger, Nietzsche, Jaspers gibi yaşam filozoflarında görebileceğimiz bu felsefi anlayış, dünyanın içerisinde varolanlar olarak bizlerin gündelik hayatta göremediğimiz “Gerçek Gerçekliğin” keşfine odaklanmaktadır. 19.yüzyıl sonlarının hâkim teması olan bu keşif aynı dönemde pek çok düşünürde de karşımıza çıkmaktadır. Aklın arkasındaki istenci arayan Shopenhauer, tarihin arkasındaki biyolojiyi araştıran Darwin, tinin arkasındaki ekonomiyi çözümleyen Marx ve nihayet kurgunun arkasındaki ölümlü varoluşu sorgulayan Kierkegaard. Çok sonraları Martin Heidegger’in “Dünyanın Dünyalanması” olarak tanımlayacağı bu felsefi anlayış varlık imkânlarını araştırmak adına tasarlanmış bir sistemdir. Kierkegaard’ın Varlık eleştirisi de bu noktada başlar. İçine varoluşu katmayan bir inancın olamayacağını savunan Kierkegaard’ın yaşamı akışkanlaştırma düşüncesini, katı kurallarla sabitlenmiş olan ve varlığı göz ardı eden Hıristiyanlık inancını diriltme biçimine dönüştürdüğünü söylemek mümkündür kanımca.
            “Öznellik Hakikattir” şiarından yola çıkan Kierkegaard, aynı zamanda bu hakikate akılla ulaşılamayacağı gerçeğini de belirterek; düşüncesinin temelindeki “Paradoks” kavramını inşa etmiştir. Ölümcül Hastalık Umutsuzluk eserinde de belirttiği üzere özelde Hıristiyan inancının, genel olarak ise inancın özü paradoksaldır Kierkegaard’a göre. Düşüncenin, düşünemeyeceği bir şey bulma çabası olarak tanımlanan inanç, varoluşun da özüdür aynı zamanda. Varlığı ortaya çıkaran inanç ve varoluşu kavramlarla anlatmanın olanaksızlığını vurgulayan Kierkegaard’a göre ölümlü varlıklar olarak bizlerin inancı yakalaması ve dolayısıyla var olması sadece bir “An”dır. Bunun dışında düşünce ve varoluş birleşemez özelliklere sahiptir. Çok sonraları Carl Schmidt’in siyaset felsefesine ve Heidegger’in varlık anlayışına da nüfuz eden Kierkegaard’ın “An”ında, Tanrı yaşamın içine dalar ve birey inancın üzerine sıçramaya cesaret etme kararını vermeye çağrıldığını duyumsar. Böyle bir anda bireyi Mesih’ten ayıran “Tarihsel Zaman” anlamsızlaşır. Bu mesajın hitap ettiği kimse Mesih’le “eşzamanlı” olarak var olur. Filozofun “Magnum Opus” u olarak tanımlanabilecek “Korku ve Titreme” eserinde seçtiği anlatı da bunu özetler niteliktedir. Varlığın özgürlüğü seçtiği anda çatışma ve korkuyu bir arada yaşadığını düşüncesinin temeline yerleştiren Kierkegaard, bu “Ruh Hali”ni İbrahim Peygamber örneği üzerinden anlatmayı seçmiştir. İbrahim Peygamberin oğlunu kurban etme girişiminin içinde varoluşun sonucu olan inancın akıldışı, paradoksal ve anlaşılmaz yanını çok açık biçimde bulabileceğimizi betimler.
            Sonlu ile sonsuzun, zamansal olanla ebedi olanın, tinle maddenin, özgürlükle zorunluluğun bir sentezi olarak insan bu çatışmaların varlığını görmezden gelip, sonlu varlığının içine kapanırsa “Umutsuzluğa Düşer”. Ölümcül Hastalık Umutsuzluk eserini özetleyen cümle budur kanımca. Varoluşu eserin pek çok yerinde “Kendi olmaya cesaret etmek” biçiminde tanımlayan Kierkegaard, bu cesaretin ortaya çıkmamasını ya da göz ardı edilmesini “Umutsuzluk” olarak tanımlamaktadır. Eserin ilk bölümünü bu durumun tespitine ayıran filozof, 2. Bölümde “Umutsuzluğun Nasıl Sağaltılacağı” konusuna odaklanmaktadır. Birinci bölümde yer alan “Umutsuzluğun Somutlaşma Biçimleri”nden en önemlisi inancın olmayışının yarattığı umutsuzluktur filozofa göre. Ölümü bir son olarak gören Varlık umutsuzluğa düşmeye mahkûmdur, çünkü umutsuzluğun özü yaşamın hiçbir şey olmadığı inancıdır. Ölümü bir son olarak görmeyen ve dirilişe inanan Hıristiyanlığın içindeyse bu umutsuzluğa yer yoktur. Son umudun eksikliği olarak ortaya çıkan umutsuzluk, Kierkegaard’da “Ölümü Ölmek” ile eşanlamlıdır. Varlığın “Varoluş” alanına inanç ile sıçrayabileceğini savunan filozofta asıl umutsuzluk tüm bahsedilenlerin toplamı olan “Kendinden umutsuzluğa düşmek” olarak karşımıza çıkmaktadır. Kierkegaard’ın aynı zamanda en büyük günah olarak da tanımladığı bu durumda, insan kendi olmak için Tanrı’ya bağlanmalıdır. Kendi haline gelemeyen ise hep umutsuz olur. Günahı bir olumsuzluktan ziyade bir “konum” olarak tanımlayan Kierkegaard'da günahın özü tıpkı Sokrates’te olduğu gibi “Bilmemek” olarak karşımıza çıkmaktadır.
            Öne sürdüğü tüm tezler sadece inanç alanına dâhilmiş gibi görülüp teolog damgası vurulan Kierkegaard, düşünce ve inanç arasındaki keskin sınırı çizmesi, varoluşun sadece akılla mümkün olmadığını belirtmesi ve varoluşun ayrılmaz bir parçası olan tinselliği öne çıkarmasıyla önemli bir varoluş filozofu olduğunu da kanıtlamıştır kanımca. Varoluş kavramını ilk kullanan filozof olarak kendinden sonra bu alanda çalışan tüm filozofların düşüncesini miras alması da bunu ispatlar niteliktedir.
Bu zamana kadar bahsedilen Kierkegaard felsefesinin tüm kavramlarını ayrıntılı bir biçimde bulabileceğimiz “Ölümcül Hastalık Umutsuzluk” Türkçe felsefe literatürüne yeni bilgiler eklese de eserin çevirisi bu kavramların tartışılmasını engelleyebilecek bir nitelikte kanımca. Aynı eseri Türkçeye daha önce de Ayrıntı Yayınları bünyesinde çeviren M. Mukadder Yakupoğlu’nun çeviride kullandığı dil ve terminoloji felsefi olarak eserin içerdiği anlamı kısırlaştırmakta ve felsefi anlamda en çok da hatipliği ile tanınan Kierkegaard’a büyük bir haksızlık içermekte. Okumayı ve anlamayı güçleştiren kavramların( gücül, gerekircilik…) montaj tekniğiyle esere iliştirilmesi bir yana, yapılan en büyük hata eserin orijinal ismine sadık kalınmaması olmuş bence. İngilizce ve diğer dillere “Ölümle Sonuçlanacak Hastalık” olarak çevrilen( ki iki başlık arasında mantık olarak çok büyük farklar var) bu önemli eserin Türkçe çevirisinde alt başlığa da yer verilmemesi( Dinsel Canlandırma ve Uyanış için İsevi Ruhbilimsel Bir Anlatı) eserin iletmek istediği asıl mesajı gölgede bırakmaktan başka bir işe yaramamış. Kanımca Kierkegaard üzerine yapılan teolog/filozof tartışmasına girmemek için çıkartılan bu alt başlık, tam da içerdiği anlam ile bu tartışmaları sonlandıracak niteliktedir.
            Bir şeyden umutsuzluğa düşmenin gerçek umutsuzluk sanıldığı çağımızda, asıl umutsuzluğun insanın kendinden umutsuzluğa düşmesi olduğunu kulağımıza fısıldayan Kierkegaard, Modern dünyanın psikoloji, psikoterapi gibi alanlarda çözüm aradığı “Ölümle sonuçlanacak Hastalık umutsuzluğa”  felsefi bir pencereden bakma olanağı sağlamaya devam ediyor.  
Devamı

9 Şubat 2010 Salı

SEVGİLİ OKURUM NERDESİN? / YENİ ŞAFAK KİTAP



Yazının orjinal hali için TIKLAYIN:


“İki türlü Oğuz Atay okuru vardır: 1. “Ah Canım Selim!” duyarlılığına ilgi duyan, kültür ve melodram düşkünü okur; 2. “Bat Dünya bat!” sinizmini seven alaycı okur. Ben 2. takımdanım ve birincilerin Oğuz Atay’dan pek bir şey anladıklarını sanmıyorum”
ORHAN PAMUK / ÖTEKİ RENKLER


Orhan Pamuk’un tanımlamasıyla 2.Türden Oğuz Atay Okurları ve akademisyenler bir ölüm yıldönümü şölene dönüştüren “Ölümünün Otuzuncu Yılında Türk Edebiyatının Oyun / Bozanı Oğuz Atay Sempozyumu “ için 2007 yılında MSGÜ’ de bir araya gelmişti.
Bu önemli ve yokluğu uzun zamandır hissedilen sempozyum, Türkiye’nin her yerinden gelen konuklarla dolup taşmıştı. Sempozyumun sahiplerinden Handan İnci, daha o günlerde, burada konuşulanların bir kitap haline getirileceğini, bu kadar değerli insanın söylediklerinin suya yazılamayacağını konuklara müjdelemişti. Aradan yaklaşık 3 sene geçtikten sonra, nihayet bu önemli eser okuyucuları ile buluştu. Handan İnci ve Elif Türker’in ortaklığında hazırlanan “Oğuz Atay İçin Bir Sempozyum”, geçtiğimiz ay İletişim Yayınları tarafından dilimize kazandırıldı.
Kitabın yazarlarından Handan İnci, dikkatli Oğuz Atay okurlarına yabancı gelmeyecek bir isim. 80’li yıllardan beri Atay için yaptığı çalışmalarla adından oldukça söz ettiren İletişim Yayınları bünyesinde 2007 yılında bir armağan kitabı da hazırlayan İnci, bu eserinde de 1970’ten günümüze Atay için yazılmış yazıları, kendisi ile yapılan röportajları ve yayınlanmamış yazılarını toplayarak; edebiyat okurları ve tarihçileri için kapsamlı bir çalışmaya imza atmıştı. Kitabın önsözünde; bu armağan kitabı hazırladığı günlerde Atay için bir sempozyum yapılması fikrinin kafasında canlandığını belirten İnci, armağan kitapta yer alamayan yazarlarla, geniş bir okur kitlesini bir araya getirmenin elzem bir iş olduğunun daha o günlerde farkına vardığını anlatıyor. Başlangıçta zor görünen bu kapsamlı sempozyum fikrine, Bilkent Üniversitesi’nin Oğuz Atay için yapmayı planladığı konferans fikri eklenince işler İnci’nin sandığından daha kolay bir hale geliyor:
“Yola çıkarken amacım, Oğuz Atay üzerine dikkat çekici çalışmaları olan eleştirmenleri, ondan etkilenmiş yazarları, Atay’ın genç yorumcularını, Atay’ı tanıma şansına sahip olmuş arkadaşlarını bir araya getirmek ve okurlarına / sevenlerine bir tür “Oğuz Atay Şöleni” yaşatmaktı. Doğrusunu söylemek gerekirse bunu gerçekleştirmekte fazla da zorlanmadım. Edebiyat çevrelerinde örneği fazla görülmeyecek şekilde sevilmiş, kabul görmüş bir yazar söz konusu olunca, istediğim katkıları rahatlıkla alabilmiştim çünkü.”
Bir sempozyum tutanağı olarak da tanımlanabilecek eserde yer alan yazılar da sempozyumun sırasına göre düzenlenmiş. Bu yazılardan ilkini Oğuz Demiralp tarafından Atay’a yazılan bir mektup oluşturuyor. “Bütün bu sempozyum sana bir mektup olacaktır. Mektubumuz karışık olmakla beraber, ruhumuzun aynasıdır.” Sözleri ile başlayan bu mektup, sempozyumun ve kitabın ruhunu yansıtan tek cümlelik bir özet de aynı zamanda. Kitapta yer alan diğer bir mektup ise Murathan Mungan’a ait. Okurları ile mektuplaşmayı seven, kahramanlarına duygularını açıklamak için mektup yazdıran bir yazara, kitabın başında ve sonunda iki mektupla seslenmek, bir nevi Atay’ı selamlama niteliğinde görünüyor. Bu değerli eserde yer alan diğer bir yazı ise tiyatro dünyasından değerli bir isme ait. Atay’ın tek tiyatro oyunu “Oyunlarla Yaşayanlar” ın ilk kez sahnelenmesinde rolü olan Sevda Şener, Atay tiyatrosu ve romanlarını kaynaştıran bir çözümleme ile okurlarla buluşuyor. Kitabın ikinci bölümü ise daha çok Atay’ın öyküleri üzerine yoğunlaşmakta. Füsun Akatlı, Emre Ayvaz, Nursel Duruel’in yazılarının yer aldığı bu bölüm, romanları ile olduğu kadar öyküleri ile de okurda derin izler bırakan Atay’ın öykü dünyasına girmeyi amaçlıyor. Sadece yazarların Oğuz Atay hakkındaki görüşlerine yer vermekle yetinmeyen eserde, Atay okuru olmanın ayrıcalığı da Sadık Yalsızuçanların başını çektiği okuma deneyimlerinin anlatıldığı bölümde pekiştiriliyor. Bu bölüm Oğuz Atay okurlarının kendinden de çok şey bulabileceği, “Ben de okurken bunu hissetmiştim” duygusunu yaşatan yazılardan oluşmakta. Atay’ın hayatına bir yerlerden değmiş, ona “Yol Arkadaşlığı” etmiş yazarların düşüncelerinin paylaşıldığı “Oğuz Atay’ı Tanımak” isimli bölümde yer alanlar ise Atay okuruna yabancı gelmeyecek türden. Atay’ın en yakın dostlarından Cevat Çapan, Halit Refiğ ve Selim İleri’nin tanıklıklarına ayrılan bu bölümde en dikkat çeken yazı ise “Tutunamayanlar”’ın yılan hikayesine dönen basılma macerasını anlatan Hayati Asılyazıcı’ya ait. Murat Belge, Fatih Özgüven ve Elif Şafak’ın da değerli yazılarının bulunduğu kitabın EK bölümü ise bir eksikliği giderme niyetinde. Oğuz Atay’ı anlatmak bir konferansa yada iki günlük bir panele sığmayacağı için kitaba eklenen bu bölüm bir arşiv niteliğinde okuyucuları ile buluşuyor. Bu bölümde ise “Tutunamayanlar büyük bir şiirdir” diyen Haydar Ergülen’den, “Oğuz Atay Fenomeni”ni anlatmayı seçen Küçük İskender’e; “Mâdûnların Yazarı”nı anlatan Ahmet Oktay’dan, Atay’ın Nursel Duruel ile ‘74 yılında yaptığı ve bugüne kadar gün yüzüne çıkmayan röportajı yer almakta.
Kitabın tümüne bakıldığında ise; Çağdaş Türk Edebiyatının hiciv ustası, İroni sanatının mühendisi Oğuz Atay hakkında bugüne kadar yazıp çizmiş, bir yandan da ona yol arkadaşlığı etmiş önemli isimlerin ona ithafen yazdığı mektupların bir sandığı var elimizde sanki.
Sağlığında hiçbir kitabı ikinci baskı bile yapamamış, ancak ölümünden sonra baskılarına yayınevlerinin bile yetişemediği bu büyük yazarın hayatı ve yazdıkları, bu kez başkalarının sözcükleri ile,sessiz faziletlerin heykeli dikilmiyor dercesine, önümüzde duruyor. “Korkuyu Beklerken, Tehlikeli Oyunlar’a bile Tutunamayan gene de o Oyunlarla Yaşayan, Geleceği Elinden Alınmış Beyaz Mantolu Adam…”Oğuz Atay kimdir sorusunun cevabını yıllar önce Enis Batur böyle vermişti. Ömrünün son yedi yılına yedi kitap sığdıran, bu kitaplarda sadece tek bir şeyi “insanı” anlatmaya çalışan ve bu zor uğraşı hakkını vererek yerine getirebilen nadir ve eşine az rastlanır derecede nahif yazarlarımızdan birisidir Oğuz Atay. Kendisi ve yazını ile ilgili yapılan tanımlamalara, post-modernist açılımlara her zaman karşı koyan, “Öteki ben senin babandır” diyecek kadar bu tanımlamalara sinirlenen Atay, romanda yenilik yaptığını düşünenlere de aynı minvalde muzırca bir gülüşle cevap verir;
“40-50 sayfa noktalama işaretsiz yazınca,romanda yenilik oluyor. Yaptım, oldu… gerçekten!”

Elif Şafak’ın kitapta yer alan yazısında gayet yerinde tanımladığı, “Bir Gen Gibi Kuşaktan Kuşağa Aktarılan Oğuz Atay Sevgisi”ni ve bu sevginin sebeplerini de “Oğuz Atay İçin” isimli eserde bulmak mümkün görünüyor.“Bu dil konuşuldukça, Oğuz Atay hep okunacak” diyen İnci’ye göre Atay, kendi okurunu bulan ve yetiştiren bir yazar: “Oğuz Atay`ın okuru her zaman olacaktır. Bu topraklarda yaşadıkça ve bu dili konuştukça… Bu insanların meselelerine ve bizim yaşama biçimimize çok derinden dokunduğu için, hep onun eserlerinin içinden geçeceğiz ve her zaman onu okuyacağız.”
Demiryolu hikayecileri isimli kısa öyküsünün sonunda “Ben buradayım sevgili okuyucum, sen nerdesin acaba?” diye soran Atay’a bir cevap niteliğindeki bu değerli eser, yüzeysel Oğuz Atay incelemelerinin yada Tutunamayan özentisi yazıların da önünü kesecek nitelikte kanımca. Gerçek Okurların da artık burada Oğuz Atay, bir sen yoksun!
Devamı

26 Ocak 2010 Salı

BİR TECESSÜS OLARAK TARİHSEL SOSYOLOJİ





YAZININ ORJİNAL HALİ İÇİN TIKLAYIN:

Tarihsel Sosyoloji

Elisabeth Özdalga / Doğu Batı Yayınları
idefix'ten satın al!

Tarihsel sosyoloji, geçmiş ile bugün arasındaki ilişkiye evrensel gelişim şemaları giydirmeye çalışma meselesi değildir. Yalnızca bugüne bir tarihsel arka plan tanıtma meselesi de değildir. Bir yandan kişisel faaliyetler, diğer yandansa toplumsal örgütlenme arasında, zaman içinde bilinçli bir biçimde inşa edilmiş olan ilişkiyi anlamaya dönük bir çabadır. Tarihsel sosyoloji, sürekliliğe sahip olan bu inşa sürecini toplumsal çözümlemenin odak noktası haline getirir." 
PHILIP ABRAHAMS - HISTORICAL SOCIOLOGY 


90’lı yıllardan itibaren ülkemizde de etkisi hızla yayılan disiplinlerarasılık meselesinin odak noktalarından biri olan Tarihsel Sosyolojiyi konunun mimarlarından Philip Abrahams böyle tanımlıyor. “Ne tarih ne sosyoloji ya da hem tarih hem sosyoloji” olarak tanımlayabileceğimiz bu yaklaşımın kaynak kitaplarından birisi olan Elisabeth Özdalga’nın “Tarihsel Sosyoloji” isimli eseri Doğu- Batı yayınları tarafından dilimize kazandırıldı.

1946 Göteborg (İsveç) doğumlu olan Özdalga, Göteborg Üniversitesi'nde sosyoloji öğrenimi gördü, doktorasını da orada yaptı. 1983'ten beri ODTÜ Sosyoloji Bölümü'nde öğretim görevlisi olan Özdalga’nın öğrencilerine verdiği bir dönem ödevi ile başlayan bu çalışma, Türkiye’de yapılan basılı ilk atölye çalışması olarak önümüzde duruyor. Türk bilim insanları ile mülakatlar fikrinden beslenen çalışma, içindekiler aracılığıyla da tarih ve sosyoloji arasında ortak bir tasavvurun yerleşmesine yardımcı oluyor aynı zamanda.

Tarihsel Sosyolojinin bilimsel literatürde bir tasavvur oluşu ve mirasının sürekli canlı oluşu fikrinden yola çıkan Elisabeth Özdalga’nın bu kaynak çalışmasının önsözü dört ana bölümden oluşmakta. Önsözün ilk bölümünü disiplinlerarası her alanda mevcut bulunan tanımlama eksikliğine ayıran Özdalga, bu bölümde tarihsel sosyolojiye ve bu bütünü meydana getiren tarih ve sosyoloji disiplinlerinin bilimsel literatürdeki tanımlamalarına yoğunlaşmakta.

“Hem tarih hem de sosyoloji disiplinlerinin araştırma alanları toplumlar ve toplumları oluşturan bireylerdir. Bu iki disiplin arasındaki klasik ayrım, tarihin somut olaylardan oluşan uzun ya da kısa zincirleri incelediği, sosyolojinin ise yapılar ve değişim üzerine genel, kuramsal açıklamalar ürettiği fikrine dayanır” diyen Özdalga, bir sonraki bölümde ise bu disiplinin gelişim evrelerini ve bu alandaki önemli isimlerin katkılarını anarak okuyucuya rehber notlar sunuyor. Tarihsel sosyoloji alanındaki önemli isimlerden; Philip Abrahams, Peter Burke gibi bilim insanlarının çalışmalarına ayrılan bu bölüm, sosyoloji ve tarih alanı ile ilgilenenlerin vazgeçemeyeceği bir kaynak oluşturmakta. Bilimsel literatürde sürekli bir problem olarak tanımlanan “Tasavvur Olma” fikri ise önsözün ilerleyen bölümlerinde ayrıntılı olarak incelenmekte. Son bölümde ise tarihsel sosyoloji alanında yapılan çalışmaların dökümüne yoğunlaşan Özdalga, bu biyografik bölümde literatüre hatırı sayılır katkılarda bulunan; C. Wright Mills, Elias Canetti ve Marshall Hodgson isimlerinin eleştirel bakışlarına yer vererek tarihsel sosyoloji hakkında herkesin aynı düşünmediğinden ve bu durumun da bu disiplini bir tasavvur olma fikrine yaklaştırdığından bahsetmekte.

Kitabın ikinci bölümü olarak tanımlayabileceğimiz “Türk Bilim İnsanı ile Mülakatlar” kısmı ise; bu zamana kadar popüler olmadıklarından isimlerini pek duymadığımız ama yaptıkları çalışmalarla bu disipline önemli katkıları olan kişilerle yapılan röportajlara ayrılmış. Bunlardan ilkini kendine özgü disiplinlerarası bakış açısı ile “Osmanlı Uçurumu” nun içine bakmaya cesaret etmiş ve baktığını anlama ihtiyacı ile çok değerli çalışmalara imza atmış Mehmet Genç ile yapılan mülakat oluşturmakta. Osmanlı örneği üzerinden tarih, sosyoloji ve iktisat alanlarına disiplinlerarası bir bakışla yaklaşan Genç’in röportajda yer alan açıklamaları, özellikle Osmanlı iktisat tarihi ile ilgilenenler için ayrıntılı bilgiler içermekte. Kuramın masa başında değil, sorunun tam da yanı başında yapılacak çalışmalarla yaratılabileceğinin bir örneği olarak Mehmet Genç’in eseri ve metodolojisi kitapta yer alan diğer isimlerin seçim nedenlerine de bir gönderme yapmakta kanımca.

“Tarihsel sosyoloji eşitsiz ve bileşik gelişim sürecinin kuramsallaştırılması girişimidir” diyen İstanbul Üniversitesi Sosyoloji kürsüsü öğretim üyesi Fethi Açıkel ile yapılan söyleşiye ayrılan ikinci bölüm, Açıkel’in tanımlaması ile “Geçmişe ne kadar bağlıyız?” sorusunun tarihsel sosyoloji ve modernizm ile ilişkisine ayrılmakta. Bilkent Üniversitesi Tarih Bölümü öğretim üyesi Oktay Özel ile yapılan “Tarihçi Gözüyle Türkiye'de Tarihsel Sosyoloji” mülakatı, tarihsel sosyolojinin sosyal bilimler bağlamında Türkiye'de ve dünyadaki yerini inceleyen Ferdan Ergut mülakatı Özdalga’nın öğrencilerinin yaptığı diğer röportajlar arasında yer almakta. Sosyoloji disiplini denilince ilk akla gelen ve “Gündelik Hayatın Sosyolojisi” alanındaki görüşleri ile de adından oldukça söz ettiren Şerif Mardin röportajı ise kitabın son mülakatı olarak okuyucularını beklemekte. Mardin’in kısa bir özgeçmişine yer verilen bu bölümde, Türk modernleşmesi üzerine yaptığı çalışmalarla literatüre önemli katkılarda bulunan Mardin’in bu çalışmaları yaparken kullandığı tarihsel sosyoloji yönteminin avantajları ve sıkıntıları üzerinde durulmakta. Tarihsel sosyolojiyi bir tasavvur olarak gören ve bu disiplini bir başlangıç noktası değil, aksine araştırma sahasındaki bir tecessüs olarak tanımlayan Mardin’e göre tarihsel sosyoloji için “Böyle bir disiplin var, çalışmalarıma oradan başlayayım” demek mümkün değil. Bu yüzden de “Tarihsel sosyolojinin bir disiplini yok, sadece yapmanın stilleri var”

Bu cümlesiyle Kitabın amaçladığı yaklaşımın bir cümlelik özetini veren Şerif Mardin, eserde yer alan diğer araştırmacıların da sözcülüğünü yapıyor aynı zamanda. Tarihsel sosyoloji stillerinin birden çok olduğunun ve her araştırmacının bunlardan bir veya birkaçını kullanarak hatırı sayılır sonuçlara ulaşabileceğinin ispatı olan bu yapıt, kendisi de tarihsel-sosyolojik bir bakıştan beslenmekte. Tarih ve sosyoloji alanlarında çalışan akademisyenlere ve bu konuya merak duyan okuyuculara geniş bir konu ve perspektif yelpazesi sunan Elisabeth Özdalga’nın Tarihsel Sosyoloji isimli eseri, disiplinlerarasılık meselesine bakışta Türkiye'de var olan önemli bir boşluğu da doldurma niyeti ile okuyucularını bekliyor. 
Devamı
Tema resimleri Ollustrator tarafından tasarlanmıştır. Blogger tarafından desteklenmektedir.

© 2011 Zeynep Ceylan, AllRightsReserved.

Designed by ScreenWritersArena | Türkçeleştiren: Furkan Özden